6 Şubat 2011 Pazar

Taksim rüşveti, madenciler ve kaset olayı

Mülk edinerek toplumu sömürmek, yeryüzünde sahip olduklarıyla büyüklenerek halkı hor görmek, bir başka ifadeyle işsiz, mazlum ve gariplerin garibanlığının bizzat sebebi olan hırsızların ahlaksızlığı, tüm fesat ve adaletsizliklerin kaynağıdır. Hiçbir suç, günah ve ahlaksızlık toplumları ifsat etmede bu derece etkili değildir. Yüce Allah bu konu üzerinde çok sıkı bir şekilde durmuştur. Öyle ki, dindeki hiçbir mesele üzerinde bu kadar sıkı durulmamıştır. Din düşmanlarını dost edinme (ya da yönetime getirme) meselesinde takınılan tavır, mülk edinerek yığma ve artırma meselesine karşı takınılan tavra benzemektedir. Diğer büyük günahlara gelince, Kur’an-ı Kerim bunlara karşı çıkmış ve sert ifadelerle bu tür davranışlara son verilmesini istemiştir; ancak bunların haram kılınışı bağlamında kullanılan dil, bu iki olgu (mülkü sahiplenmek ve din düşmanlarını dost ve yönetici edinmenin yasaklanması) bağlamında kullanılan dilden daha yumuşaktır. Buna zina, içki, kumar, bunlardan daha ağır bir suç olan Allah'ın haram kıldığı cana kıyma ve yeryüzünde bozgunculuk yapma da dâhildir. Bu suçların tümü, mülk yığmak ve din düşmanlarını dost ve yönetici edinmek suçunun yanında çok daha hafif kalırlar.

Bunun sebebi şudur: Yukarıda işaret edilen günahların tümünün ortay çıkardığı uğursuz sonuçlar, bir ferdin ya da birkaç ferdin ötesine geçmez. Sadece ruhu bazı yönlerden olumsuz anlamda etkiler. Yalnızca bireysel işlere ve fiillere egemen olma özellikleri vardır. Ancak halkın sınıflara bölünmesinin olumsuz sonuçları, dinin binasını temelinden yıkıcı, insan hayatı üzerindeki etkilerini silici niteliklere sahiptir. İnsan denen canlı türünün hayat düzenini alt üst eder, insanın fıtratı üzerine kalın bir perde çekerek, onu fonksiyonsuz ve işlevsiz hâle getirir ki, böylece fıtrat ve yaradılış gayesi unutulmaya terk edilir.

Tarihin akışı, bu iki büyük suç üzerinde sıkı sıkıya duran Allah'ın kitabını doğrulamıştır. Çünkü toplumların sınıflara bölünmesi adaleti yok etmiştir, mülkleri yağmalananlar mallarına, ırzlarına ve namuslarına sahip olamamışlardır. Bu duruma düşen milletlerin ne ölme ne de yaşama hakları vardır. Onlara egemen olan zalimler izin vermezler ki, ölsünler, göz yummazlar ki, hayatın nimetlerinden faydalansınlar. Adalet, bu duruma düşen milletleri terk etmiştir, bütün değerler onları geride bırakarak göçüp gitmiştir.

Kapitalizmin doğal sonucu; malın depolanması, servetin yığılması, böylece toplumda servetin en üstün değer ve şeref hâline gelmesidir. Bu durum dünya savaşlarına ve insanlık âleminin, mutlu varlık sahipleri ve mutsuz yoksullar olarak ikiye bölünmesine sebep olmuştur. Zenginle yoksul arasındaki uçurum günden güne sürekli olarak büyümüştür. Bu nedenle insanlık öyle felaketler yaşadı ki, dağları un-ufak eden, dünyayı sarsan, insanlığı yok oluşla ve dünyayı yıkılışla tehdit eden türden. Ancak bu konuda aldatılan insanlık, geldiği son nokta itibariyle maalesef bu algıdan oldukça uzaklaşmış ve bu gasıp hırsızların yaptıklarını göremeyecek kadar körleşmiştir.

Ezilenler, yüzyıllardır zihinleri uyuşturarak teslim alan bu ihanetin kurbanı olmuştur. Ezilen sınıfların bu mahrumiyetten ve ezilmişlikten kurtulabilmesinin birinci şartı bu yanılsamadan kurtulmalarıdır.



Son günlerde ülkemizde yaşanan olaylar, ibretlik yönleriyle bir kez daha bu acı gerçeği gözler önüne serdi. Uyanışın, ezilen mazlum halkların kurtuluşunun, yerleşik bakış açısı değişmeden mümkün olamayacağı gerçeği bir kez daha ortaya çıkmıştır.



Taksim rüşveti:



1 Mayıs işçi bayramı, işçi sınıfının kazanımlarının bayramı! Açlığın mı? Yoksulluğun mu? Yoksa sömürünün mü, bunu anlamlandırmak oldukça zor. Emekçinin birlik oluşuna, sınıfsal birlikteliğine, zulme ve sömürüye isyan bayrağı açacağı bir güne ihtiyaç varken, isyan gününü teslimiyet gününe çevirmenin altında yatan sinsi planın bir yansıması gibi oldu Taksim rüşveti. Ne verildi? Egemenler, mülkü zimmetine geçiren hırsızlar, tacizlerinden vaz mı geçtiler? Emekçiler insanca bir yaşam hakkı mı kazandı? Hayır! Hiç biri değil, sadece ve sadece uyutma rüşvetiydi Taksim ve bu rüşveti almak çok da zor gelmedi işçinin hakkını bayrak edinip egemenler gibi yaşayan işbirlikçilere.



Mazlum, çaresiz, en ufak bir kazanıma dahi aç bırakılan zavallı emekçileri aldatmak çok kolaydı belki ve öyle de oldu. Sindirilmiş ve işbirlikçi örgütlenmelere kurban edilmiş olan işçi sınıfı, böylece işbirliğini kazanım sanarak aldatılmaya ve işbirlikçilerin yaptıklarına bakarak aradaki farkı değerlendirme algısından uzaklaştırılıp göstermelik eylemlerle uyutulmaya devam etsin. Yani sözde işçi temsilcileri bir eli yağda bir eli balda sömürerek yaşarlarken, o sömürüye maruz kalan emekçi, düşmanını dost sansın, onu rehber edinsin. O alçakları rehber edinsin ki, kendi gücünün asla farkına varmasın.



Kaset olayı:



Bir kaset ortaya çıktı, henüz kasetin ne kadar doğru ne kadar komplo olduğu bile ortaya çıkmamışken, kasetin başrol oyuncusu, toplum algısında yok edilmiş belki de yaşadığı toplumda içselleştirilen bakış açısı sebebiyle siyasi hayatını sona erdirdi. Kaldı ki, gerçek olsa dahi aile kurumunu zedeleyici, gayri ahlaki olan bu durum, bu derece kabul edilemez olarak algılanırken, nasıl oluyor da işçiyi köle gibi çalışmaya zorlayan, fakir-fukarayı insan yerine dahi koymayan, halkın çoğunun bir ömür boyu ırzına geçip zihnine tecavüz eden, hayata küstüren, çaresiz kalan insanların fuhuş pazarlarına düşmesine zemin hazırlayan hırsızlar hoş görülebilmektedir. Halkı böylesine bir yanılgıya düşüren ne olabilir? Bireysel zenginliğin toplumları yok eden kahrolası sonuçlarının suçlusunun bizzat zenginlerin kendileri olduğu gerçeği nasıl perdelenmiş olabilir?



Şimdi iktidarı sömürerek zenginleşen malum şahıs hakkında benzer bir kaset ortaya çıksa sonuçları ne olur? Hâlâ halkın yüzüne aynı pişkinlikle bakabilir mi? Bırakın halkın yüzüne bakmayı, emin olun bu halk onun yüzüne tükürmeyi bile çok görür. İşte bu noktada algıların ters-yüz edilerek “ne olursa olsun sömürmeye ve yeryüzünü sahiplenmeye devam edelim” diyenlerin her türlü alçaklığa rağmen mazlumların zalimlerle yaptığı işbirliğiyle karşılaşıyoruz. Bu işbirliği, hangi konuda farklı düşünüyor olurlarsa olsunlar, dinleri, fikirleri, milletleri vb. -ki, onların ne dini ne fikri ne de milletleri yoktur; onların dinleri de imanları da vatanları da milletleri de sadece paradır- farklı da olsa onları egemen zihniyetle işbirliğinden uzaklaştırmaya yetmez. Ezenler her şart ve durumda sabit durumlarını korumayı ilke edinmiş ve ne pahasına olursa olsun, dinleri, namusları, şahsiyetleri yok olsa bile bu işbirliğinin aksi yönünde tavır ortaya koy(a)mazlar. Halkın gördüğü ters düşmeler, tartışmalar, kavgalar ve savaşlar dahi tamamen çıkarlarıyla ilişkilidir, esasta ezenler iktidarlarını sürekli bu işbirliğine borçludurlar. Kendi aralarında göstermelik muhalefetleri ise algılarına tecavüz ettikleri ezilen kitleleri ayrıştırma hedefinin gereğidir. Nitekim işbirlikleri açığa çıkarsa, ezilen kitleler de yapay ayrıştırmaların farkına vararak bir araya gelecek ve düzenlerini başlarına geçirecektir.



Bu çıkarcı kapitalist zihniyetin uşakları, halka demokrasi sunma adı altında sürekli birbirlerine muhalefet etmektedirler, kapitalist sömürü düzeninin varlığını sürdürmesine hizmet etmekten başka bir vazifesi olmayan bu uyduruk demokrasi, aslı itibarı ile halka sunulmuş bir özgürlük adımı değil, tam aksine halkları sindiren, halkların zihinlerini donduran ve mücadele imkânlarını ortadan kaldıran bir sömürü aracıdır. Nitekim aynen zihinlerde yaratılmış olan tahribatın yansıması, günümüzdeki sömürgeci kapitalist ülkelerin demokratik sistemlerine de yansımıştır. Bazen din, bazen milliyet ya da gelenekler yolu ile prangalanan zihinler, nasıl ki, içinden çıkılmaz bir paradigmaya kurban edilmişse, toplumsal alanda da aslında sömürü sisteminin devamını sağlamayı hedef edinen sistemin tüm sunumları bu ön şartı koruma temellidir. Uyduruk demokrasi armağanları, emekçinin, halkın, ezilen kesimlerin haklarını talep etmesinin mümkün olmadığı, ancak bu ön kabullerin gölgesinde egemenlerin çıkarları ile çelişmeyecek bir kontrol mekanizması görevini üstlenmiştir. Pragmatist yaklaşımlar olma iddiasıyla bu kabulleri evetleyerek ortaya konabilecek mücadeleyi örgütleyenler de aslı itibarı ile sistemin sübvanse aracı olarak kullanılmaktan öteye gidememektir. Nitekim zihinleri kapitalist algı virüsüyle esaret altına alınmış olan bedenlere özgürce seçim yapma hakkı sunmak, halkı farkında olmadan gönüllü köleliğe mahkûm etmektir.



Farklı ideolojiler ya da politikalar ortaya koyarak halkın tüm dayanaklarını kendi arasında pay eden işbirlikçilerin yapay muhalefetlerini incelediğimizde karşımıza sayısız farklılıklar çıkar. Ancak bir ortak yönleri vardır ki, meselin aslı tam da oradadır. HAYAT, yaşanan hayatın kendisi, yani praksis, yaşam biçimleri, mülkle olan ilişkileri, tapınma noktasına ulaşan mülk hastalıkları. Bir de dönüp ezilen halka bakacak olursak, oradaki manzaranın da farklı olmadığını görürüz. Halk da kendi içerisinde birçok suni farklılıklarla bölünmüşken, ortak nokta bir tanedir; mülke olan ilişkileri, yani ödeyemedikleri borçlar, ödeyemedikleri kiralar, açlık, yoksulluk, emek hırsızlığına maruz kalmak, yani HAYAT, yaşanan hayatın kendisi, yani paraksis.



Egemen sömürü sistemleri, kalkınma ve liberal demokrasi yalanlarıyla halkı uyutmakta ve gemisini yüzdürmeye devam etmektedir. Bu, ortaya çıkan toplumsal sonuçtur. Bu işgalin etkisini ortadan kaldırmak, zulüm ve sömürü yerine adalet, eşitlik ve kardeşliğe dayalı bir sistem inşa edebilmek ancak bu iki dayanak (biri sistemin korunmaya dayalı sübvanse araçları, diğeri halkların zihinlerinde oluşturulan uyuşturulma) sonucu oluşturulan tahribatları ortadan kaldırmakla mümkün olabilir.



Kader yalanı:



Yerin 540 metre altında bu ülkenin en değerli insanlarını yitirdik. Evet, bu ülkenin en değerli insanlarını diyorum, çünkü öyleler, çünkü sırf yaşayabilmek için, hayatlarını sürdürebilmek için, çaresizlik içerisinde o zor şartlarda çalışmak zorunda bırakıldılar. Birileri rahatlık içerisinde bir damla alın teri dökmeden gemiler, villalar, mülkler yığıp zevk ve sefa içerisinde şerefsizce yaşarken, onlar en zor şartlarda bir parça ekmek kavgası veren emekçileri, namusluları, şereflileriydi bu ülkenin. “Kim bunun suçlusu? Kim bu en değerleri insanlarımızın katili” diye düşündürülen halkımıza cevap zamanın Firavunundan gelmekte gecikmedi: ALLAH!



Şöyle bir tarihe seyahat edince hemen piramitlerin yapımında can veren binlerce insan geldi gözlerimin önüne. O da bir işti ve bu algıya göre o piramitlerin yapım işinin kaderinde de ölüm vardı. Yani binlerce yıl önce yaşanan cinayetin adını bugün de “kader” koyan aynı zihniyet olmalı. O dönemlerde birileri “bu kader falan değil, bu senin ve senin gibi mülke tapanların cinayetidir” diye isyan ettiler. İşin tuhaf olan tarafı, o gün isyanın adı “Allah”, o gün zulme dur diyenlerin temsilcisi Musa, asiler de Mü’minlerdi. Yeryüzünde yaşanan cinayetlerin, sömürünün ve haksızlıkların kaynağı yeryüzünde büyüklenerek halka eziyet edenlerdi. Bugün de böyle olmalı. Nitekim piramitlerin koca taşları arasında kalan cesetler, sırf egemenler daha lüks (hayvanca) yaşasın içindi. Bugün yerin altında kalan cesetlerin tek sebebi de bu olabilirdi ancak.



Zamanın Firavunu suçu yine Allah’a atma derdinde kıvranıyor. “Madencinin kaderinde ölüm var!” Nasıl da bir uyutma metodu, zaten din algısı da felce uğratılan halkı bu şekilde kandırmak çok zor değil. Bilakis en kolay yöntem bu değil mi? Oysa bu din, adaleti, eşitliği ve vicdanı esas alır, insan hayatını en yüce değer olarak nitelendirir. İnsan hayatını neye mal olursa olsun asla mal ile meta ile kıyaslamaz.



Uyanık yandaş kesim savunma naraları atmaya başladı, onların gözüyle meseleyi inceleyelim desek, ulaşacağımız noktada yine zulüm ve adaletsizlikten başka bir sonuçla karşılaşmayız.



Savunularını tüm önlemlerin alınmış olması yalanıyla desteklemelerini de görmezden gelelim bu değerlendirmede. Öyleyse soralım bakalım eğer bu işin yapılması toplumun ihtiyacını karşılayabilmenin olmazsa olmazıysa ve tüm önlemler alınmışsa, bu sonuç neden orada can verenlerin kaderi oldu? Neden birileri bu işi çaresizce yapmak zorunda bırakıldı? Ya da soralım bu zihniyete, eğer bu işin kaderinde ölüm riski daha fazla ise neden orada can verenlerin yaşam standartları sizin gibi tuzu kurulardan çok daha beter durumda? Sorulabilecek soruların ardı gelmez, bu günahı, bu zulmü iyisi mi siz sona erdirin. Mesela hiçbir şey yapamıyorsanız, zerre kadar samimiyetiniz, imanınız varsa mülklerinizi o mazlumların ailelerine vakfedin de vicdanınızı rahatlatma yoluna gidin. Ben de abarttım galiba değil mi? Siz zaten bu zulümleri, adaletsizlikleri, haksızlıkları sadece bu kahrolası dünya malı için yapmıştınız. Bu zihniyet şerefini, karakterini, vicdanını, her şeyini verir ama malını, parasını asla vermez, “Şerefim develerimin sırtındadır” diyen Ebu Süfyan misali sizin her şeyiniz, şerefiniz, dininiz, imanınız o gasp ettiğiniz mülklerinizde saklı, canınızı bile verirsiniz, ama malınızı asla!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder