6 Şubat 2011 Pazar

İnsanlık dini: İslam

Özgürlük ve adalet çağrısının, sömürüyü meşrulaştırma dinine dönüştürülmesi



Din, bu sayede egemenlerin sistemini ayakta tutacak, destekleyecek, bir argümana dönüştürülmüş, süreç içerisinde halkın vicdanına, geleneklerine, değer yargılarına hükmeder hale getirilerek toplumsal felce sebep olmuştur.



Yeryüzündeki adaletsizlik ve zulümlerin ortadan kaldırılma mücadelesinin, eşitliği, özgürlükleri yayma ve tüm insanlığın kurtuluşu için mazlumların feryat çığlığı olan Muhammedî mesaj, tarihte ortaya konan kısmi devrimci mücadelelerden sonra, süreç içerisinde insanlığın kurtuluşu davasından uzaklaştırılarak, asıl hedefinin zıddı istikametinde konuşlandırılmış ve bu haliyle algılanmasına sebebiyet vermiştir. Bu yozlaşmanın mimarları da maalesef sözde İslam devletlerinin Müslüman olduğunu iddia eden halife, sultan ve padişahları olmuştur.



Mazlumun feryadının sesi, ezilenlerin isyan çığlığı olan İslam dini, yüzlerce yıllık ihanetler sonucunda özünden uzaklaştırılarak toplumları uyuşturan bir inanışa dönüştürülmüş; adalet, eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve mutluluk kaynağı olmaktan çıkarılarak, yaşanan adaletsizliklerin, zulümlerin ve her türlü sömürünün meşrulaştırma aracı olarak kullanılır hale getirilmiştir.



Egemen güçlerin saltanatlarını korumalarının ve zulümlerini sürdürebilmelerinin İslam’a rağmen olamayacağından dolayı, İslam dini yorum ve tevil yoluyla tahrife uğratılarak özünden uzaklaştırılmıştır.



Tahribata uğratılan din, bu sayede egemenlerin sistemini ayakta tutacak, destekleyecek, bir argümana dönüştürülmüş, süreç içerisinde halkın vicdanına, geleneklerine, değer yargılarına hükmeder hale getirilerek toplumsal felce sebep olmuştur. Toplumlara aşırı dozda enjekte edilen bu yanlış algılar, eşitsizlik ve mahrumiyetlerin meşrulaştırılmasına sebep olurken, zulüm ve haksızlıklara başkaldırının ise ilahi mukadderata isyan olarak algılanmasını sağlamıştır. Sözü edilen unsurlar, yaşanan tüm adaletsizliklerin -zengin- fakir, işçi-patron, güçlü-zayıf vb.- toplumları sınıflara bölen etkenlerin Allah’tan olduğu yalanını bayraklaştırarak, mülk ve iktidar hırsıyla ortaya koydukları haksızlıkların sorumluluğunu yüce Allah’a fatura edecek kadar alçalmışlardır. Toplumları felç eden, toplumsal adaletsizliklere zemin hazırlayarak insanlığı hayattan koparan bu metafizik algılar sonucunda halk, zulüm ve adaletsizliklere karşı tepkisizleştirilmiş, sömürü ve benzeri tüm adaletsizliklerin kaynağının ilahi irade olduğunu zannederek boyun eğer hale getirilmiştir. Hani derler ya “zengini zengin, fakiri de fakir eden Allah’tır”; Oysa bunun böyle olmadığı Kur’an-ı Kerim’de açıkça belirtilmektedir. Bu ayete işaretle İmam Ali’nin açıklaması, gerçekleri göz önüne sermektedir.



“Fitne ve sınama vakitlerinde bilgisizliğe kapılıp mal, evlat sahibi olmanızı Allah’ın rızasına, zengin olmanızı onun lütfuna, yoksulluğa düşmenizi onun kahrına vermeyin. Çünkü noksan sıfatlardan münezzeh yüce Allah -Sanıyorlar mı ki onlara mal ve evlat vererek mükâfatlandırmadayız, yardım etmedeyiz onlara? Hayır, anlamıyorlar (Mü’minun, 55-56)- buyurmuşlardır” (Nehcü’l Belağa-Kaasia hutbesi)



Böyle zamanlarda gerçekleşen itirazlar, din kalkanıyla bertaraf edilmeye çalışılmış; zulme, haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı ortaya konan devrimci mücadeleler, esasta dinsizliğe (haksızlığa, adaletsizliğe) karşı iken, “din karşıtı” olarak sunulup halkın desteğinden mahrum bırakılma çabasıyla karşılaşmıştır, karşılaşmaktadır. Aslında tarih tekerrür etmekte sahne yeniden perdelenmektedir.



“Peygamberler de her zaman bu taşlaşmış ve sapık din anlayışı ile insanlığa, halka karşı olan din ile, şirk ile, tağuta tapıcılık dini ile savaştılar, putları ve şirk dininin bütün alametlerini ortadan kaldırmakla, kılıf uydurucu ve uyuşturucu dini de yok etmeye çalıştılar. Bu da gelecekte ve dün, tarih boyunca, hak dinini izleyen bütün insanların görevidir.” (Dine Karşı Din s.73-Ali Şeriati)



İbrahim peygamber yaşadığı çağda, döneminin egemenlerinin dinini baltasıyla parçalayıp yerle bir ettiğinde, o dönemde hâkim olan dinin bekçiliğini yapan Firavun, halkına:



“Şüphesiz ben (Musa’nın) sizin dininizi değiştirmesinden korkuyorum” (Mü’min/26) demiştir.



Musa, Firavun’a Allah’ın varlığını, birliğini ispat etmek, Firavun’u dindar kılmak için değil, onun kahrolası zulüm sistemini-statüko dinini yerle bir etmek için gelmiştir.



Muhammed, Mekkeli tefeci bezirgânların düzenini yok etmiş, toplumsal adaletsizliklere savaş açarak köleleri ezilmişlikten kurtarmıştır. Mekke’yi paralarıyla halkın üzerine sulta kuran zenginlerden arındırarak eşit ve sınıfsız bir toplum inşa etmiştir.



Sömürüye isyan, adalete ve özgürlüğe teslimiyet dini: İslam



Peygamber’in vefatından Osmanlı’nın çöküşüne kadar yaşanan iktidar mücadelelerinin eseri, tahrif edilmiş din olgusu olmuştur. Günümüzde İslami parti ve cemaatlerin birçoğunun itikadi, siyasi ve içtimai temelleri bu mirasa dayanmaktadır. Bu mirası reddetmeden Muhammedî mesajı anlamak imkânsızdır.



İslam dini zulmetmeyi yasakladığı gibi, zulme rıza göstermeyi de yasaklar. Müslüman, tüm varlığın tekâmülüne (gelişmesine) engel olan faktörlerle mücadele eden, insanların özgürlüklerine engel olan her türlü baskı ve dayatmalara karşı adaleti savunan ve yaşayan bireydir.



İslam dini dinlerden bir din değil, tüm erdemleri kuşatan evrensel bir hayat biçimidir. İnsanlar arasındaki farklı teolojik inanç biçimi ya da felsefi anlayışlar onların Müslüman olmalarına engel değildir. Müslüman olabilmenin engeli, toplumsal hayatta insanlığın faydası yerine toplumların sınıflara bölünmesine (şirke) sebep olan fillerde bulunmak ya da bu fiillere tepkisiz kalmaktır.



“Sizin koşuşturmanız çeşit çeşittir.

Oysa kim malından harcar, Allah (toplum-kamu) bilinciyle yaşar

Ve güzellik namına ne varsa desteklerse

Biz ona cenneti kolaylaştıracağız.

Her kim de cimrilik eder, kendisini yeterli görür

Ve güzellik namına ne varsa hoyratça reddederse

Ona da cehennemi kolaylaştıracağız.” (Leyl, 4-10)



Yeryüzünde adalet, eşitlik, toplumsal huzur, barış, kardeşlik, paylaşma, özgürlük vb. düşüncelerle hayatını şekillendiren ve bu doğrultuda yaşam süren, fakat bununla birlikte farklı din ve ideolojilerle kendini ifade eden birçok kişi vardır. Bu düşünceleri pratik hayatına yansıtan her birey selamete ermiş ve Müslümanlarla aynı safta yer almıştır. Asıl itibarıyla kendini ifade ettiği tanım farklı olsa da yol ve hedefte birleşmişlerdir.



“İslam öyle bir dindir ki, özgürlük isteyen her insanın ödev ve sorumluluğu bu dinin peygamberlerinin görevi ile uyumludur, aynı yöndedir.” (Dine karşı din, s. 69-Ali Şeriati)



İslam dininin insana kazandırmayı amaçladığı duygular, insan sevgisi, tüm varlığın acılarına ortak olma, eşitsizliklerin ortadan kaldırılması isteğidir. Bu duygular özgürlüğün yaygınlaşmasını mümkün kılarak insanlığın tekâmülünü sağlar.



“Çünkü din her şeyden önce ötekini düşünmek, duyarlı olmak, karşılıklı yardımlaşma içine girmek demektir... Dinin esası ve özü, sosyal yaşamdan, insanlara faydalı olmaktan, iyiliği yaymaktan, erdemli ve dürüst yaşamaktan, ekmeğini-aşını olmayanla bölüşmekten, paylaşmaktan geçer” (Yaşayan Kur’an, R. İhsan Eliaçık, s. 81)



Sosyal hayatta hiçbir karşılığı olmaksızın sözde kendisini Müslüman olarak ifade edenlere gelince, bunun hiçbir geçerliliği ve faydası yoktur. Müslüman olabilmek için İslam dininin hak din olduğunu kabul etmek, Müslüman ismiyle anılmak, namaz, oruç ve benzeri ritüelleri yerine getirmek yeterli değildir.



“O namaz kılanların vay haline!

O kuru kuruya yatıp kalkanların vay haline!

Çünkü gösteriş yapıyorlar.” (Maun, 4-6)



Yaşam biçimini adalete ve tevhide göre şekillendirmeyenler İslam’da dâhil hangi isimle kendilerini adlandırırlarsa adlandırsınlar asla bu dairenin içine giremezler. Sözle “Müslüman oldum, Muhammed’in peygamberliğini, Allah’ın kitabını kabul ettim” demenin hiçbir karşılığının olmadığı aşikârdır. Nitekim tarihte zalim halifeler, saltanat peşinde koşan sultanlar, insanları açlığa ve çaresizliğe mahkûm eden padişahlar da rahatlıkla bunu dillendiriyorlardı. Hatta dillendirmekle kalmıyor tüm ritüelleri de gerçekleştiriyorlardı. Günümüzde insanları köle misali çalıştırarak onların sırtından geçinen patronlar, zulüm sistemine önderlik eden yöneticiler, Karunlaşmış iş adamları ve bizzat şirkin temelini oluşturan sermaye dahi “Müslüman’ım” diyebiliyor, namaz kılıyor, başını örtüyor ve “yeşil sermaye” adıyla anılabiliyor (Aynen tarihte “Eğer ayakta kalmayacaksa Muhammed’in dini, alın kılıçlar paramparça edin bedenimi” diyen Hüseyin’i Kerbela’da hunharca şehit eden Yezit ve ordusu gibi).



Toplumun haklarını hiçe sayan, ihtiyacından fazla mülke el koyarak zenginleşen, diğer insanlardan üstün olmaya çalışan, güç-sermaye yığan, diğer varlıklar üzerinde otorite kurmaya çalışan bu kimseler, bireysel çıkarlarını İslam’a tercih etmişlerdir. Toplumsal kurtuluşu, bireysel menfaatleri uğruna feda etmişlerdir, (az bir dünyalık uğruna ahiretlerini heba etmişlerdir), dolayısıyla Müslüman olmaktan bahsedemezler.



Adalet ve Özgürlük çağrısı: Tevhid



Müslüman, hayatın can damarlarına müdahalede bulunarak bu damarları felce uğratmaz, toplumun ekonomik ve sosyal haklarını gözetir, yaşamı daha da yaşanılabilir kılmaya çalışır, tüm insanlığın mutluluğu, refahı, özgürlüğü için mücadele eder, tüm adaletsizliklerin ve eşitsizliklerin ortadan kalktığı kardeşçe bir dünya kurmanın yollarını arar.



İslam’ın temel ilkesi Tevhid’tir. Tevhid’in yaşanılabilirliği ise kesinlikle ve kesinlikle adaletin-eşitliğin uygulanabilirliği ile mümkündür. Dolayısıyla Tevhid ve adalet ilkesi birbirinden kopuk düşünülemez.



Tevhid-la ilahe illallah, yani görülebilir hiçbir otorite tanımamak-hiç kimse üzerinde otorite oluşturmamak, hiçbir baskıya boyun eğmemek-hiçbir baskı uygulamamak, asla özgürlükleri kısıtlamamak-asla özgürlüğünün kısıtlamasına izin vermemek, asla zulüm etmemek-hiçbir zulme boyun eğmemektir (bunları kabul etmek değil, bunları yaşamaktır!).



Bu temel ilkeyi hayatının merkezine yerleştirerek pratik yaşantısında uygulayan her insan Tevhid sancağının altındadır. Nitekim insanın doğaya, hayata ve tüm insanlığa etkileri, düşünceleri ve manevi inanışlarıyla değil, yapıp ettikleriyle, pratik hayatı, yaşam biçimi ve amelleriyledir.



Yaratıcının kullarından beklentisinin ona dönük bir tapınma, ismiyle onu yüceltme gayreti olduğu inancı akıl dışıdır. Nitekim yaratıcının yüceltilmek de dâhil hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, Allah tüm eksikliklerden münezzehtir. Asıl itibarı ile kulluk, birebir kulun kendisi ve yaşadığı toplumla olan ilişkileriyle alakalı bir görevdir.



Asıl istenen, Tevhid ilkesinin hayata geçirilmesidir, bunun hangi isim ya da ideolojiyle ifade ediliyor olduğunun hiçbir önemi yoktur.



Perde yeniden açılmış, mücadele başlamış, adalet çığlıkları, isyan haykırışları göğe yükselmiştir.



“ÇAĞ dile gelsin!

İnsanoğlu kesinlikle ziyan içindedir; bundan hiç şüpheniz olmasın

Bu ziyandan, sadece inananlar, iyilik, güzellik ve doğruluk için çalışanlar, hak ve adalet için el birlik olanlar ve el birlik güçlüklere göğüs gerip acıları paylaşanlar kurtulmuştur.” (Asr, 1-3)



İmam Ali’nin tüm zamanlara ışık tutan bir sözünü hatırlatarak yazımı tamamlayacağım.



“Mazlumun zalimden öç alacağı gün, zalimin mazluma zulmettiği günden daha çetin olacaktır!” (Nehcü’l Belağa, 7 .Bölüm, s. 438)



Ezilenlerin kurtuluşu, insanlığın özgürlüğe ve adalete ulaşması için mücadele eden tüm kardeşlere-yoldaşlara selam olsun…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder