29 Mart 2010 Pazartesi

İslam'ın Özü: Sosyal Adalet..................................... [Muhammed Nur Denek]

Sol, neyle tanımlanabilir sizce? Ama neyle tanımlanırsa tanımlansın asla tanımlanamayacağı tek şey vardır belki de: “DİN”. Evet bunu başardılar sonunda; yüzyıllardır, sosyal adalet, toplumculuk, eşitlik, antiemperyalizm, antikapitalizm, anti sömürüyü temsil eden sol, aynı zamanda ne derece zor görünüyor olsa da din karşıtlığıyla da tanımlanır hale getirildi. Eee tabi, en büyük desteği, dini temsil ettiği iddiasında olan kapitalist, servetperest sözde din âlimleri verince, bu pek de zor olmadı; onlarla aynı denizde avlanan peygamberlerin temsil ettiği adalet teknesini boş gören sözde aydın, çıkarcı avcılar da onlarla çakışır görüntüsüyle solculuğu sahiplenmeye kalkınca, çok çok daha kolay oldu dini özünden uzaklaştırıp asla aynı tarafta bulunması mümkün olmayan sağcılık elbisesini dine giydirip pazarlamak...

Böylelikle hem insan aklının vardığı toplumsal adalet ve eşitlik olgusunun, hem de Yaratıcı'nın sosyal haksızlıklara, zulümlere, eşitsizliklere, servet biriktirmelere karşı uyarıları bir anda egale edilmiş ve meydan acımasız, çıkarcı, kapitalist, emperyalist güçlere kalmıştır.

Ne kadar acı, bugün Müslüman sol diye tanımlanabilir hale getirildi adalet; oysa sosyal adaletin, hiçe sayıldığı, egemen sınıfların hüküm sürüp, mazlumların sırtlarında yükseldiği toplumları yok etmek için gelmişti Tanrı buyrukları. Nasıl da beyazı siyaha, siyahı beyaza çevirme planlarını uyguladılar, adeta nemrutları solcu İbrahimleri sağcı, firavunları solcu Musaları sağcı, ebu cehilleri solcu(sosyal adaletçi)Muhammedleri sağcı(kapitalist)diye yutturdular adalete aç, huzur ve mutluluğa muhtaç tertemiz yüreklere.

Din sosyal adaleti emrederken, sınıfsal farklılıkları asla onaylamaz, sınıflı toplumları da bir an önce ıslah etmeyi, dünyayı yaşanabilir huzur ve güvenin hüküm sürdüğü bir tekâmül diyarına çevirmeyi kaçınılmaz bir duruş olarak tanıtır.

İslam dini toplumlar ve şahıslar üzerindeki adaletsizlikleri, aşırı zenginlik ve fakirliği, sömürüyü ve tüm bunların ortaya çıkardığı fesatları kaldırıp, yerine iktisadi adaleti getirerek, adalete ve hakka dayanan sosyal yaşamı hedeflemektedir.

Bu yönüyle sevgili kardeşlerim sağ dedikleri illet, ortaya koyduğu sonuçlar itibarı ile, sınırsız zenginlik ve fakirlikse; kapitalizm ise; sağlık , eğitim ve tüm hayati ihtiyaçların kişisel ekonomik imkanlar doğrultusunda sunulduğu bir dünya yaratmaksa; fırsat eşitliğinin ortadan kaldırılması ve toplumlara hüküm sürmesi ise; din asla sağcılıkla adlandırılamaz.

Aslında şaşılacak şey Müslüman sol tabiri değil, tam aksine, Müslüman sağ uydurmacasıdır. Dindarlık ya da ilahi emirlere duyarlılık asla sağcılıkla ifade edilemez dostlar ! ...

Selam ve dua ile vesselam

İslam Sınıflı Toplumu Reddeder...................................... [Muhammed Nur Denek]

Bir söyleşi programı ve iki konuk. Kulak verelim konuşmalarına...

Önce sosyalist olan konuşmacı gariplerden bahsediyor, onların sıkıntılarını ve sorunlarını dile getiriyor, çözümün sınıfsız bir toplum kurmak olduğunu söylüyor. Daha sonra kendisinin de bu sınıfın bir ferdi olduğunu açıklıyor ve toplumların sınıfsal farklar sonucunda mutlaka helak olacaklarını anlatıyor, sonunda da konuşmasını eşit hakların, adaletin olacağı bir toplum isteğini dile getirip Ernesto Che’ye de bir rahmet göndererek tamamlıyor...

İkinci konuşmacı olan sözde İslam alimi yazar ; sınıfları farklı olan insanların yaşam standartlarının da farklı olması gerektiğini anlatırken bunu Kur'an ayetleriyle ispatlamaya çalışıyor.

"Mesela..." diyor, sakalını sıvazlarken, zengin bir işadamı ifadesini saygıyla dile getirirken, küçümser bir ifadeyle fabrikalarından birinde çalışan işçiyi dillendiriyor ve 'ikisinin ihtiyaçlarının elbette farklı olacağını, çünkü zengin işadamının statüsü nedeniyle çok daha lüks bir evde oturmasının,lüks bir arabaya ya da belki helikoptere ya da yata sahip olmasının gerekliliğini' anlatıyor.

"Çünkü..." diyor konuşmasının devamında, "O Allah tarafından bol rızıkla nimetlendirilen kimse bu nimetlere karşı nankör olmamalı ve toplum içerisinde sınıfsal farklılığını ortaya koyarak Allah’a olan şükrünü eda etmeli (!!!!!!!)"(anlayacağınız öve öve bitiremiyor büyüklenenleri...)

Diğer sınıftan olan gariban işçiler için de söyleyeceği birkaç şey var bu sözde İslam temsilcisi bel’am yazarın... Ona da Yaratıcı'nın uyarılarını hatırlatarak: "İhtiyaçlarını aldığın maaşla sınırlandırmalısın, eğer aldığın maaş tek odalı bir ahırda kalmaya yetiyorsa buna kanaat etmelisin, etmelisin ki Allah’ın sana takdim ettiği azıcık rızkın şükrünü eda etmiş olasın, eğer bunu yapmayarak adaleti kanaatte değil de sınıfsal mücadelede aramaya kalkarsan, sana iş vererek büyük bir lütufta bulunan patronuna nankörlük etmekle kalmaz, Allah’a da isyan etmiş olursun (sosyalist, dinsiz, komünist, solcu olursun"

Ve ekliyor: "Aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz!"(aza kanaat etmekten bahsederken de suratındaki o şeytani gülümseme Allah’ın verdiği rızka kanaatin önemini değil, çaresizleri sömüren patrona yaltakçılık yapmanın getirilerini ima ettiğini ve aksi durumda sahip olduğu işinden de olabileceği uyarısında bulunduğunu açıkça ele veriyor. Esasında ise, Allah’ın verdiği rızka kanaat etmeyenler, yeryüzündeki nimetleri adaletsizce paylaşarak mazlumların emeklerini sömürenler, büyüklenerek sınıf ayrımına sebep olanlardır).

Ve konuşmasını bu mihvalde devam ettiren âlim efendi, İslam Peygamberi'nin o yüce ismini utanmadan anarak konuşmasını tamamlıyor...

"Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele..." (Tevbe suresi-34)

"Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve oranın halkını bir takım sınıflara ayırıp bölmüştü..."(Kasas 4)

İslam’ın devrimci ve büyük peygamberi, müstekbirliğin, zulmün ve şatafatlı yaşam tarzının reddi konusunda asla taviz vermemiştir (diğer tüm peygamberler gibi); sınıfsal farkların, toplumlarda aşırı fakirlik ve zenginliğin oluşmasının daima karşısında olmuştur; dünya görüşü, onun kişiliğinin kerametinden ve insanlar arasında asla ayrımcılık yapmamasından kaynaklanır; ideolojisi ve temsilcisi olduğu dini de bu temellere dayalıdır.

İslam dini, toplumlarda mal ve iktidar sahiplerinin sınıfsal üstünlüklerinin olmadığını, aksine bu gibi kimselerin, sınıfsal üstünlük iddiasında olmalarından dolayı aşağılanmaları gerektiğini belirtmektedir. Müstekbirlere karşı mütekebbir olmak, sınıfsal üstünlüklerini reddetmek ve ezilen halkların haklarını savunmak anlamına geldiğinden, ibadettir.

Bu kısa açıklamalardan sonra soralım kendimize sevgili kardeşlerim:

"Âlemlere rahmet, adalet timsali olan Yüce Peygamberimiz bugün aramızda olsa idi hangi konuşmacının söylemlerini dinden sayardı?"

Ya da bu konuşmacılar, vahyin nazil olduğu yıllarda Mekke’de yaşasalardı, büyük ihtimalle hangisi Peygamber'in, hangisi Ebu Süfyanların safında yer alırdı?

Peki dostlarım, hayatını sınıfsız ve adil bir dünyaya adayan Che ya da yoldaşları, halkı sınıflara ayıran Firavunla mı bir olurlardı yoksa sınıfsız bir toplum için mücadele eden Musa'yla mı?

Ya bizler, bugün hangi yanda olmalıyız?

Haksızlık, sömürü ve zulümlerin olmadığı; eşitlik, özgürlük ve sınıfsız bir dünyada yaşamak dileğiyle...

Vesselam.

İslam Sermaye (Mal) Biriktirmeyi Yasaklar............................................ [Muhammed Nur Denek]

Kur’an; servetin belli ellerde birikmesine ve sermayenin verimli ve yararlı ekonomik kanalların dışına çıkmasına yol açan bir şekilde, emek harcamadan gelir elde edilmesini yasakladığı gibi, herhangi bir şekilde ihtiyaçtan fazla mal biriktirmeyi de yasaklar.

Aşağıdaki ayet hiçbir yoruma ihtiyaç göstermeyecek kadar aşikârdır:

“Ey inananlar! Hahamların ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yer ve onları Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar cehennem ateşinde yakıldığı gün alınları, böğürleri ve sırtları o biriktirdikleri ile dağlanacak, 'bu kendiniz için biriktirdiğinizdir, biriktirdiğinizi tadın' denecektir"(Tevbe, 34-35).

İlk Müslümanlardan ve peygamberimizin seçkin sahabelerinden biri olan Hz. Ebuzer, bu ayetten, Müslümanların ihtiyacının üzerinde mal edinme yetkisi olmadığı anlamını çıkarmıştır.

Hz. Ebuzer, Peygamber'in ve yakın arkadaşlarının uygulamalarını, Kur'an'ın ruhu’nun teyidi olarak görmüştür. Ammar bin Yasir, Miktad, Selman-ı Farısi ve Hz. Ali gibi seçkin sahabeler de bu ayeti aynı şekilde yorumlamışlardır.

“Ey müminler mallarınızı aranızda haksızlıkla israf etmeyin, karşılıklı rıza ile yapılan işler hariç, birbirinizi öldürmeyin, Allah şüphesiz ki size merhamet eder.” (Nisa, 29)

Zenginliğin temel şartlarına işaret eden bu ayet, mal sahibi olmanın beraberinde belli sorumluluklar getirdiğini ve ancak bu sorumluluklar gereği gibi yerine getirilirse meşru olabileceğini açıklamaktadır. Yanlış doğrunun tersidir, ayette geçen “malların israf edilmesi” deyimi faydasız ve boş yere tüketilmesi anlamına gelir, bunun zıddı ise insanlığa faydalı şekilde kullanılması demektir. Bu da insanlara servetin asli ve tabiî şartlarını hatırlatmaktadır, ister tabiî kaynaklardan olsun ister mamul mallardan olsun servet bütün insanlara aittir ve herkesin istifadesine açık olmalıdır. Yararsız ve aşırı servetin İslam'da kesinlikle yeri yoktur; Allah’ın olan mülkiyeti kullanma hakkı, ancak, israf etmeden, sermaye biriktirmeden, toplumun yararına kullanım şartıyla mümkün olabilir.

“Aranızda malları haksızlıkla yemeyin, bildiğiniz hâlde günaha girerek insanların mallarından bir kısmını yemek için onu yöneticilere aktarmayın.” (Bakara, 188)

Esas olarak tüm topluma ait olan malların (servetin) israfı, adil ve normal olmayan bir durumdur. Bu anormal durumun ortaya çıkabilmesi ancak yoksul, mahrum ve mazlum halklar üzerinde kurulan baskı ve zorlama ile sürdürülebilir, bunu elde edebilmek için servetperestlerin iktidarı kontrolleri altına almaları gerekir. Bunun gerçekleşmesi için, açların, karın tokluğuna çalıştırılanların, mazlumların, yetim ve yoksulların emeklerinden biriktirmiş oldukları servetlerinin bir kısmını, güçlerini sürdürebilmek için iktidarda olanlara vermeleri, onlarla ittifak hâlinde olmaları gerekir; aksi takdirde iktidardakilerden destek göremezler ve insanların emeklerinini bir kısmını mülk edinemezler. Bu gibi kişiler ve bazı yöneticiler arasındaki bu işbirliği, mazlum halklar karşısında tek güç olmalarının gerekliliğindendir. Bu iki grup (vahşi kapitalist işadamları ve onlara uyan yöneticiler), bu tür bir toplumu, birbirlerini destekleyerek yönetebilirler. Kurdukları sistemi ayakta tutmak ve işleyişini sürdürebilmek için halk kitlelerini çeşitli oyunlarla kontrol altında tutmaya çalışırlar. Aslına bakılırsa, adeta birer baskı devleti hâlini almış olan bu zulüm sistemlerinin temelini, siyasî iktidarlar değil, iktisadî tağutlar (bazı zengin işadamları) oluşturmaktadır.

Kur'an'ın işaret etmiş olduğu realite (gerçeklik), yalnızca servet ve sermaye biriktirme temelinde, yani vahşi kapitalist bir sistem oluşturmayı amaçlayan devletlerin, baskı devleti olma hâllerini sürdürebilmelerinin, aslında tüm halka ait olan servete ve tabiî kaynaklara el konulmasına ve bir grup mutlu azınlığın varlığına ihtiyaç duyduğudur. Demek oluyor ki, İslam doğruluk ve adalet ilkelerini esas alır ve toplumda bir takım kimselerin çıkarlarını korumaz; İslamî anlayışa göre, insanlar arasında servetin adaletsiz şekilde kullanılması sosyal bir zorunluluk değildir, yani doğal bir şey, kaçınılmaz bir şey değildir. Söz konusu durumun, toplumların adalet ve doğruluk ilkelerinden sapmasının, saldırganlığın, açgözlülüğün, sömürgeciliğin ve zulmün sonucu olduğudur. Toplumlarda zulüm, haksızlık ve sömürü temelde mal biriktirme tutkusundan kaynaklanmaktadır. Toplumsal huzursuzlukların, sosyal adaletsizliklerin ortaya çıkmasına sebep olan bu açgözlülük, İslam’ın kesinlikle yasakladığı bir olgudur. Hz. Muhammed (AS) şöyle buyurmuştur: “Kifayet miktarından fazla dünyalık biriktiren, kendini cehennem ateşine atmış olur” / “Kendi içindeki zayıf ve fakirlere ait olan hakları (güç sahibi zorbaların ele geçirdiği hakları) hiçbir tereddüt göstermeden geri alamayan bir toplum refaha, saadete erişemez.” (cami-us sağir)

Yine Hz. Muhammed’in hak Ali iledir, Ali hak iledir, Ali Kur'an'ladır, Kuran Ali iledir, gibi methiyelerle övdüğü müminlerin velisi Hz. İmam Ali, halifeliği döneminde Mısır’a vali tayin ettiği Malik Bin Eşter’e yazdığı ünlü emirnamesinde bakın ne buyurmuşlardır: “Sana helâl olmayan şeylerden nefsini koru, hükümdarlık döneminde kalbinin şiarı merhamet etmek, insanları sevmek, onlara lütuf etmek olsun. Sakın onların sırtından geçinen zavallı bir kurt gibi olmayasın, çünkü onlar iki sınıftır ya senin din kardeşindir ya da yaratılışta bir eşindir. Allah’a karşı insafını koru, onun emirlerine itaat et, emirlerine karşı çıkma ve asla ne sen halka zulüm et ne de yakın akraban ve arkadaşlarına izin ver, öyle olma ki bu insanlar sana güvenerek halka zulüm yapmasın. Şunu da bil ki Allah’ın kullarına zulüm edenin düşmanı Allah’ın kendisidir. Allah haksız yere düşman olmayacağına göre, Allah’ın düşman olduğu kişilerin özür ve delilleri de kabul edilmez. O kişi, tövbe edip mazlumun hakkını geri verene, onun gönlünü alana kadar Allah’la savaş hâlindedir. Şunu da bil ki hiçbir şey, Allah’ın nimetinin kesilerek yerine hüsranın gelmesinde zulüm üzerine kurulan bir yönetim kadar etkili değildir. Allah mazlumların nidalarını duymaktadır ve onların hakkını zalimlerden en iyi şekilde alandır.”(Nehc-ul Belağa; 53. Ahitname)

Hz. İmam Ali, hilafeti döneminde, ülkesinde çözüm bekleyen sayısız siyasî problemler olduğu hâlde, onların hiçbirine, sosyal adalet ve fakirlerin durumlarının düzelmesine verdiği önem kadar önem vermemiştir.

“Mal toplayan ve onu durmadan sayan, insanları arkadan çekiştiren, kaş göz işaretiyle alay eden her kişinin vay hâline! Sanır ki, malı kendisini ebedileştirmiştir, iş öyle değil, and olsun ki o kırıp döken, silip süpüren cehenneme atılır.” (Hümeze Suresi: 1–4)

“Allah'ın ihsan ettiğini vermekten sakınanlar, bunu kendileri için hayır sanmasınlar. Hatta bu onlar için şerdir. Sakındıkları (biriktirdikleri, vermedikleri) şeyler kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır, ve Allah’ındır göklerin ve yeryüzünün mirası (tüm mülkiyeti) ve Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Al-i İmran Suresi: 180)

“Ey inananlar Allah’a ve peygambere ihanet etmeyin ve bile bile emanetlere de ihanette bulunmayın.” (Enfal, 27)

“Biliniz ki siz şunlarsınız; Allah yolunda malınızı, mülkünüzü harcamaya çağırılıyorsunuz da içinizden cimrilik edenler var ve kim cimrilik ederse kendine zarar vermiş olur. Allah Müstağni’dir ve yoksullar sizsiniz; ve itaatten yüz çevirirseniz yerinize bir başka topluluğu getirir, sonra görürsünüz ki size benzememektedirler.”(Muhammed 38)

“Allah’ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sende ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk yapma, çünkü Allah bozgunculuk yapanları sevmez.” (Kasas, 77)

“İşte ahiret yurdu, biz onu yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz.” (Kasas, 83)

“Ve Allah rızk bakımından bir kısmınızı bir kısmınızdan üstün kılmıştır, geliri fazla olanlar, rızklarını, elleri altında bulunanlara verip onları da geçim bakımından kendilerine eşit etmezler. Allah’ın nimetini bile bile inkâr mı ederler?” (Nahl, 71)

Kur'an'dan naklettiğimiz bu ayetler, dinin özünü, adalet anlayışını; Allah kullarının, malla birlikte, nasıl bir toplumsal sorumluluk altına girdiklerini açıkça ortaya koymaktadır. Âlemlere rahmet Hz. Muhammed (AS) da ayrıca şunları buyurmuştur; “Kimin yanında bir mümin zor durumda kalırsa, o kişi o mümine imkânı olduğu hâlde yardım etmezse Allah onu kıyamet gününde halkın önünde alçaltacaktır.”(cami-us sağir c-1 s-144) / “Kim Allah'ın gazap ettiği bir buyruk sahibinin yaptığı kötülüğe razı olursa Allah'ın dininden çıkmıştır.” / “Kim bir zalime, onun zalim olduğunu bilerek yardım ederse Müslümanlıktan çıkar.”(cami-us sağir, c-2, s-167)

Bakın bunlar da adaletin ve ilmin kaynağı olan Hz. İmam Ali’den: “Her zaman fakirden yana ol, çünkü Allah da onlardan yanadır, asla sömürücü zenginin yanında olma, çünkü şeytan onların yanındadır.” / “Adamlığın en üstün derecesi, malı ve mülkü esirgemeyerek kardeşleriyle geçinmesi, herhâlde onlarla eşit olmasıdır.” / “Gerçekten de noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, yoksulların geçimlerini, zenginlerin mallarında takdir buyurmuştur. Hiçbir yoksul aç kalmaz ki, bir zengin onun hakkını vermiş olsun; Yüce Allah da zenginlere bunun hesabını soracaktır.”(nahc-ul belağa: gerçek adalet)

İslam dini; Adaletin ve ihsanın temellerini yıkmaya, zenginlerin gururlu ve güçlü olmasına, işçi ve emekçilerin haklarının gasp edilmesine, din adamlarının zavallı gariban halkın sırtından zenginleşerek mal yığmalarına…vs. destek olmak için gelmemiştir.

İslam dini; sosyal toplumlarda bazı gurupların, saraylarda, villalarda, gökdelenlerde ve lüks evlerde yaşamaları (diğer yandan çok sayıda insanın gecekondularda, çadırlarda, mağara gibi evlerde yaşamaları) için gelmemiştir.

İslam dini; bir tarafta açlıkla ve sefaletle kıvranan ve ilaç alacak imkânları bile olmayan insanlar varken, diğer tarafta, bürokratların, siyasetçilerin, yönetici ve işadamlarının şatafatlı, israf dolu, renkli renkli bir hayatın içinde yüzmeleri ve çocuklarının oyuncakları için, emekçilerin asgari ücretlerinin kat be kat fazlasını harcamaları için gelmemiştir.

İslam dini; toplumda bir tarafta, insanların çok az bir kısmının (bazı yöneticiler ve mal sahipleri) çocukları iyi besleniyorken, iyi bir eğitim alabiliyorken, son derece sağlıklı bir bedene sahip olurken, diğer tarafta, iyi beslenemediği için göğüslerinden süt bile gelmeyen annelerin çocuklarını yalnızca suyla beslemek zorunda kalmaları için gelmemiştir.

İslam dini; toplumlarda iktidar ve mal sahipleri, çeşitli zevk ve sefalara dalsın, mazlum ve mahrumların çalışmasından elde ettikleri mallarla dünyanın bir ucundan kalkıp öbür ucundaki yerlere seyahat edebilsin, çocukları babalarının mallarıyla refah içinde her türlü imkânlarla yaşasın, ve diğer tarafta ise, milyonlarca insan fakirliğin, felaketin ve açlığın zorluklarıyla pençeleşsin diye gelmemiştir.

İslam dini; toplumda mülk sahiplerinin, toprak sahiplerinin, gayrı menkul zenginlerinin, hiçbir çaba ve emek sarf etmeden, zenginliklerine zenginlik katabilmeleri, her yıl yeni bir ev, son model bir otomobil alabilmeleri ve bunların taksitlerininin de, karnı dahi zar zor doyabilen, zavallı insanların emeğiyle ödenebilmesi için gelmemiştir.

Yüce İslam dini bunların tamamını lanetlemiştir ve tüm peygamberlerin uygulamak için vazifelendirildiği şey, adalettir.

“And olsun biz elçilerimizi mucizelerle gönderdik, onlarla birlikte kitap ve ölçüyü de indirdik ki adaleti ayakta tutsunlar.” (Hadid, 25)

“Bir saat adaleti icra etmek, yetmiş sene ibadetten üstündür, zayıfların hakları zorbalardan alınmıyorsa o toplumun Allah katında ne değeri vardır?” / “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.”

“Adaleti ikame ederek onun varlığına şahadet ederler.” (Al-i İmran, 18)

“İnsanlardan Adaleti emredenleri...” (Al-i İmran, 21)

“…Adaleti gözetin…” (Nisa, 135)

“…Allah için adaleti gözeten şahitler olun…”(Maide, 8)

“…Aralarında adaletle hükmet…” (Maide, 42)

“…De ki: Rabbim adaleti emretti…” (Araf, 29)

“…Adil davranınız. Çünkü Allah adil davrananları sever.” (Hucurat, 9)

“İnsanların adaleti yerine getirmeleri için…” (Hadid, 25)

“İnsanların mallarını eksik vermeyin, ıslah ettikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.” (Araf, 85)

“İnsanların hakkını azaltmayın, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın…” (Şuara, 183)


İslam’ın özü adaletin icrasıdır, ya da adaletin icrası için mücadele etmektir, tüm peygamberlerin mücadeleleri de adaletin icrası temelindedir. Hiçbir âlim, din adamı ya da kişi adaletin uygulanması ve gözetilmesi şeklindeki bu önemli ve kat’i emirlerin sadece tavsiye ve nasihat olduğunu iddia edemez, eğer böyle iddiada olanlar varsa ya dini anlamamışlardır, ya da dini özünden uzaklaştırma çabasındadırlar...

Bu ayetlerin vurgulamaları ve peygamberlerin uygulamaları, bizlere, kesin bir hükümle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Mümin’lerin emiri Hz. Ali, Nehc’ul Belağa’nın 127. hutbesinde şöyle der: “Serveti insanlar arasında bölüştürürken bir gurubu kayırıp, diğer insanları haklarından ve hisselerinden yoksun bırakmayın.”

Âlemlere rahmet olan peygamberimiz Hz. Muhammed (AS) İslam’ın özünün Adalet olduğunu, toplumsal hakların eşit bir şekilde kullanılması gerektiğini tek cümlede çok aşikâr ve net bir şekilde özetlemiştir; “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.”

Bu tek cümlelik özet aslında her şeyi çok net anlamamız için yeterlidir. Komşuluk ilişkisinden kasıt, yaşamakta olduğumuz tüm toplumu ifade etmektedir; açlık, tokluk ifadesinde ise insanların ihtiyaç duyduğu tüm temel ihtiyaçlar kastedilmektedir (beslenme, sağlık, eğitim, sığınma… vs.). Bu öyle bir şekilde ifade ediliyor ki, Allah Resulü, toplumun ihtiyacı söz konusu iken o ihtiyaçları görmezlikten gelerek mal biriktirenleri, servet toplayanları kendinden, yani İslam’dan saymıyor.

“Kimin yanında bir mümin zor durumda kalırsa, o kişi o mümine imkânı olduğu hâlde yardım etmezse Allah onu kıyamet gününde halkın önünde alçaltacaktır”(cami-us sağir, c-1, s-144).

“Kim Allah'ın gazap ettiği bir buyruk sahibinin yaptığı kötülüğe razı olursa Allah'ın dininden çıkmıştır” / “Kim bir zalime, onun zalim olduğunu bilerek yardım ederse Müslümanlıktan çıkar.”(cami-us sağir, c-2, s-167).

İslam gereksiz yere mal biriktirmeyi ve zulme rıza göstermeyi bu dairenin dışına çıkmak olarak kabul eder; bu bir vicdan işi değil, bu Allah’a iman edip etmeme, Nübüvveti kabul edip etmeme, kitaba inanıp inanmama ölçüsüdür.

Bir toplumun İslam toplumu olabilmesi için o topluma adaletin hâkim olması gerekir; aynı şekilde cemaat, dernek ve benzeri oluşumların gerçekten dine uygun olabilmeleri de ancak adaletin o topluluklarda hâkim olmasıyla söz konusu olabilir. Bir cemaat ya da oluşum kendini İslam’a hizmete adamış olma iddiasında ise, o toplumlarda aşırı fakir ve zenginlerin olmaması gerekir, aksi hâlde yapılan hizmet Allah için yapılan bir hizmet olamayacaktır.

Nitekim peygamberi misyon ve dinin üzerine bina edildiği hakikat, adalettir. Ferdî ibadetler ve toplumsal ilişkilerde de, Allah'ın koyduğu kuralların tümü, adalet temelinin üzerine bina edilmiştir. İman dahi adalet temeli üzeredir. Allah; imanı, gayba inanmayı, ancak, adaleti yüreğinde taşıyan temiz fıtrat sahibi insanların kalbine ilham etmektedir. Adalet olmayan yürekten, adalet sadır olmaz ve adaleti taşıyamayan zalimlerin kalplerinde imana yer yoktur.

İslam Dini; toplumda hiçkimse aç kalmasın, yetersiz beslenmesin, yeryüzü nimetlerinden tüm insanlar eşit şekilde faydalansınlar diye gelmiştir.

İslam Dini; toplumlarda idarecilerin de, yöneticilerin de, işçilerin, esnafların, işsizlerin, erkek, kadın ve çocukların da eşit şekilde yaşamaları, birbirlerinin haklarını gasp etmemeleri için gelmiştir.

İslam Dini; toplumda tüm ırkların eşit olmaları, birbirlerine zulüm etmemeleri, eşit şartlarda yaşamalarını temin etmek için gelmiştir.

İslam Dini; kimse aç yatmasın, kimse eğitimsiz kalmasın, kimse tedavisiz kalmasın, tüm insanlar insanca ve kardeşçe yaşasınlar diye gelmiştir...

Lanetli Sermaye İmparatorluğu................. (Muhammed Nur Denek)

Yeryüzünde yaratılmış tüm varlıklar arasında hem sosyal hem de ferdi sorumluluğunun bilincinde olabilme yeteneğine sahip olan sadece insandır. İnsan doğada veya toplumda karşılığını bulduğu merkez olma özelliğiyle bilinç sahibidir. Sahip olduğu bu özelliğiyle insan topluma ve doğaya müdahale edebilme yeteneğine sahiptir. İşte tam bu doğrultuda egemenler, toplumları uyuşturarak sömürme gayesinde olan lanetliler, aslında her insanın bünyesinde barındırdığı hak ve adalet uğruna mücadele etme bilincine ve sorumluluğuna karşı savaş açmışlardır.

"'Öyleyse' dedi (iblis), 'beni azdırmana karşılık yemin ederim ki ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üstüne oturacağım, sonra onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve sen çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın'" (ARAF, 16-17)

Sermaye imparatorluğunun lideri iblis, Yüce Allah’ın kullarına bahşettiği dosdoğru yolun (ADALET) üzerinde oturacağını ifade ederken, toplumlarda kin, nefret, savaş ve katliamlar çıkarma yolu ile yaradılışta var olan mükemmele ulaşma gayesindeki insanı yolundan alıkoyma hedefinde idi. İnsanları asıl gaye ve hedeflerinden uzaklaştırmak ise, onları sınıfsal farklılıkların oluştuğu toplumlarda bilinç ve sorumluluklarından habersiz ve şuursuz varlıklar seviyesine indirmekle mümkün olabilirdi.

Kapitalist zulüm sistemlerindeki bu egemenler bilirler ki; sömürü ve zulüm odaklı düzenlerini ortadan kaldırmaya muktedir olabilecek bir mücadelenin omurgasını, ancak ve ancak, insana özgü bu bilinç ve sorumluluğun farkındalığından arındırılmamış topluluklar oluşturur. Aslına bakılırsa, bu ihanet, insanlığın elinden insan olma vasıflarının alınması gayesini taşımaktadır.

İnsanlığın başlangıcından bu yana tüm âleme kusursuz bir düzen veren yüce ve adil Yaratıcı, insanı yeryüzünde halifelik yapabilecek kapasitede var etmiş ve bu halifeliğin hayata geçirilmesini de toplumsal bilinç ve sorumluluk alma şartına bağlamıştır. Özetle, adil, mutlu ve insanlığın yaradılış gayesindeki tekamülün sağlanabileceği bir dünyanın oluşması ancak toplumlarda sosyal adaletin hayat bulmasıyla mümkün olabilir.

"Bu Defa" Kazanacağız................. [Muhammed Nur Denek]

İnsanlığın toplumsal yaşamında, ortaya çıkan adaletsizliklerin kaynağı, yaşam imkân ve olanaklarının eşit şekilde paylaşılmıyor olmasıdır. Bu dengesizliğin yok edilememesi ise sınıfsal bakış açısının, diğer muhtelif ayrıştırmalarla gölgelenmiş olmasında saklıdır. Egemen sınıflar, ezilen toplumlara rağmen varlıklarını sürdürmektedir. Kendi içlerinde oluşturdukları farklı yaşam biçimlerini, siyasi bakış açılarını, mezhepsel ve dini tefrikaları ezilen ve sömürülen insanlar içerisinde yaygınlaştırarak, asıl sorunu öteleme ve anlaşılmasını zorlaştırma yoluna gitmektedirler. Bu yolla da Allah’ın tüm insanlık için yarattığı nimetlere zulüm ve haksızlıklarla el koyarak yoksulların haklarını gasp ederler.

Toplumların sınıfsız ve eşit hale gelerek adil bir hayat yaşamalarının sağlanmasının en önemli yolu ilahi mesajın gereği gibi anlaşılmasıdır. Sömürüyü mümkün kılacak en önemli etken ise ezilen halkların hak arama talebinde bulmalarını engelleyecek olan dinin afyon halidir.

Bir toplumu teslim almak ve bu toplumun kalbinde köleliği egemen kılmak için ilahi mesajı ortadan kaldırmak gerekir. İslam, 'ilerlemeye, modernleşmeye, uygarlaşmaya karşıdır, gericiliktir' sözleriyle, birtakım kişilerin eliyle afyonlaştırılarak ortadan kaldırılmalı ki; hiçbir zorluk ve hiçbir engelle karşılaşmaksızın sömürgeciler, zenginleşmek isteyenler topluma girebilsin! Adalet ve paylaşma dini, insanların zihninden çıksın, toplumun gelişimi sorunuyla ilgilenmekten vazgeçip bir kenara çekilsin ki kapitalizm ve kölelik düzeninin yolu açılsın!

Bunun yanında aynı tiyatronun diğer sahnesinde ise başka tip oyuncular bir başka oyunu sergilemektedirler. Diğer oyuncuların tersine burdaki tüm oyuncular dindar; tüm çehreler kutsal, söylemler ise tamamen dinidir; Allah (göklerde), peygamber (tarihte), kitap, günah, sevap, takva, maneviyat (kalplerde), nefsi öldürme, cennet, cehennem... Bunlar, tarikat, mürşid, hizmet, cemaat adı altında dinin gerçeklerini ve asıl hedefini unutturur, toplumu başka yönlere sevk ederler.

Toplumlara sunulan bu her iki oyunun farklı metotlarla da olsa hedefleri birdir; Dine karşı olan aydınlar, yazarlar vs., bilimsel hilelerle dine karşı bir ürküntü verip insanların bu dinden kaçmasını sağlarken, menfaatperest din adamları da, sergiledikleri büyüleyici ve hünerli oyunlarıyla halkın gözünü bağlayıp cezbeye düşürücü virdlerle kafaları şişirerek uyuturlar. Halkın vaktini anlamsız, ruhsuz, boş; kural, gelenek ve görenek biçimleriyle öldürür, adına ilahi dedikleri sözde dinleriyle beyinleri felç ederler.

Bu sözde din adamları, güya Allah’ın varlığını kanıtlamak için hayvanların ve bitkilerin üreme durumlarıyla ilgilendikleri kadar insanların durumlarıyla ilgilenmezler. Hayvanların ve diğer canlı türlerinin yaşam mücadelesini konu alan yüzlerce belgesel hazırlarlar ama “Yeryüzünün Halifesi”nin –insanın- nasıl köleleştiğini, nimetlerle dolu yeryüzünde nasıl aç bırakıldığını konu alan tek bir kitap bile yazmazlar. Ahirete ilişkin mübalağalı hatta asılsız hayaller veya ölümden sonra yeniden dirilmenin şekil ve yöntemiyle çok meşgul olduklarından bugünü, şimdiki zamanı unutmuş gibi görünerek İslam’ı, Müslümanları şimdiki zamanda yok sayma yoluna giderler.

Kim bunlar? Asıl işleri ve hedefleri nelerdir? Sırf toplumu etkilemek adına mucizelerle, cinlerle, bidat’larla, hurafelerle ortaya çıkarlar, bu yüzden meydanı boş bulup o kadar çok taraftar bulmuşlardır ki; bugün birçok kişiye sorsanız ya onun mürididir ya da diğerinin cemaatına mensuptur, ya falan dergi çevresindendendir ya filan dernektendir (onlardan olmayanlar zaten ya mürteddir ya da komünist, bunlara uymazsa da başka şey derler).

Birileri çıkıp hakikatleri anlatınca (düne kadar Şeriati, Telagani vb, bugünlerde İhsan Eliaçık), kuyrukları sıkışan menfeatperest uyduruk din adamları, İslamcı geçinen yazarlar topluma zerk ettikleri afyonun panzehiriyle savaşırcasına saldırıya geçerler.

Her dönemde bu din kisveli hainlerin işi; halkları –Şeriati’nin deyimiyle:- "ruhi bir manyetizmle gözleri açık olarak uyutmak" ve onları "Gerçek, olması gereken, hayat, hareket, sorumluluk, cihad ve insan yaşamına dünyada yön veren İslam’dan uzaklaştırarak küskün, hareketsiz ve donuk bir İslam’a bağlamak olmuştur. Öyle bir İslam’a ulaştırır ki; insanların ruhunu geçmişe bağlar ve o geçmişin havası içinde, tek başına, direk olarak ölüm sonrasına fırlatır" (Ali Şeriati, Dinler Tarihi, çev. Erdoğan Vatansever, s.261)

Böyle bir İslam’a inananların, "bütün bu yaşananlar önceden belirlenmiştir" diye düşünenlerin; sömürgecilerin ve işbirlikçi kapitalistlerin elinin kendi cebinde ne aradığından haberi olabilir mi? Onun için karşı koymanın hiçbir değeri yoktur ve kapitalistlere isyan Allah’ın iradesine isyandır! Çünkü "sanırlar ki" onlara bu zenginliği Allah vermiştir...

Oysa din; tolumun sorunlu iktisadi yapısı altında bile çözümler üreten en önemli etkendir. Çünkü bu dinin (İslam’ın) yegane şiarı; Yeryüzünün kaynaklarının başında oturmuş, çoğunluğu mahrum bırakan zorbalarla sürekli mücadeledir. Bu din; sanıldığı gibi ibadetler manzumesinden ibaret değildir. Çünkü bu; "Dünya ahiretin tarlasıdır" diyen ve haksızlığa, sömürüye uğramış halk kitlelerini hakka kavuşturan bir dindir. Ve; "Dünyalık geçimi olmayanın Ahireti de yoktur... Fakirlik bir kapıdan girerse diğer kapıdan da iman çıkar" diyen bir peygamberin dinidir. Bu dinin önderleri bir yandan namazı "dinin direği" kabul ederken, öte yandan; "Yoksulluk küfre götürücü araçtır, dinini dünyasına, dünyasını da dinine feda eden birdir. Her ikisi de bizden değildir" prensibini açıkça haykırmışlardır. Öyle ki, Âlemlerin Rabbi, Kur’an-ı Kerim’de, "diğer insanlarla eşit hale gelmemeyi" Allah’ın nimetini inkâr olarak tanımlamaktadır (Nahl-71).

Yeryüzünde varlığını ıspat ettiği günden itibaren insan fıtratına va karakterine uygun olan bu din; maddi faydalanma, güç ve güzellik veren bir sosyal düzen olmasının yanında, insan yaşamı süresince, maddi refah, sağlıklı bir yaşam, eşitlik ilkelerini uygulayan bir sosyo-ekonomik yapı, bir kültür ve bir inanç bütünüdür de.

Bu dinin Allah’ı en güzel varlıklar ve en faydalı şeylere yemin ederken; insan yaşamının lezzet ve izzetini de över. Bu dinin peygamberi; her haliyle; hayat, siyaset, savaş, güç, cihad, takva ve güzelliği simgeleyendir. Bu dinin kitabı; ölüm ve fizik ötesinden önce, doğadan, dünyadan, hayattan, toplumların sosyal tarihinden söz eder. Hatta bunları zaman zaman ibadet ve cihattan önce hatırlatır.

Kur’an birçok yerde de, çoğunluk üzerine sulta kuran azınlıklardan söz eder. Halkı bir yandan Allah’a tam teslimiyet ve kulluğa davet ederken, öte yandan zulüm, zorbalık, cehalet ve eşitsizliğe karşı çıkmaya; zorun, zülmün, tekelciliğin, anamalcılığın, zorbalık ve ruhbanlığın temsilcileriyle mücadeleye çağırır. Buna teşvik eder. Bir din ki, tarihi; halka zulme, hakkı gasp ve gerçekleri bozma eylemlerine karşı çıkma ve mücadelerle yazılmıştır. Müslüman olmak ise; toplumsal sorumluluğun taştan yükünün taşıyıcısı ve dünya insanlığına karşı görevli olmak duygusuyla, kötülüğe karşı mücadele, insanlığın zaferi için savaşın eri olmadır...

Böyle bir din, dünya sömürgeciliğine karşı hiç direnmeden, olup bitenler karşısında insanların ayağını yerden kesip, toplumun kulağına, "her şeyde bir hayır vardır, alnımıza ne yazılmışsa onu görürüz" diye fısıldar mı?! Halkın gözünü, bu ve benzeri şarlatanlıklarla bağlayıp emperyalizmin, çaresizliğin kucağına atar mı? Zulmün, sömürünün ve haksızlığın her türlüsüne karşı çok hassas olan böyle bir din, nasıl olur da kapitalizmin zulüm ve haksızlıklarına sessiz kalır?

Günümüzde, bütün insanlığın tanrılığına soyunanların emriyle başlayan tiyatroda sahne almakla görevlendirilmiş bu oyuncular, verilen görevi başarmış; toplumumuzu dindar ve dinsiz diye iki parçaya bölmüşlerdir. Toplumun yarısı bilmediği cehalet, tefrika, zayıflık, yoksulluk, kölelik, teslimiyetçilik, düşkünlüğü ve açlığı kabul edicilik, dine benzetilmek istenen ve din diye yutturulan hurafelere taparken, diğer yarısı da, halkın inaçlarını yok sayarak çeşitli ideolojilere iman etmektedir.

Böylece din, şu üç grubun faydalandığı bir meta haline getirildi; Firavun (siyaset), Karun (servet) ve Bel’am (din adamı)!.. Ve her zaman böyle bir dinin tek bir kurbanı olmuştur: Halk!..

İnsanlık, din’in afyon halinden çektiği kadar hiçbir şeyden çekmemiştir. Çünkü tarih boyunca dinin iki yönü olmuştur; İnsanları ya köleleştirmiş ya da özgürlüğe kavuşturmuştur. Çünkü din hem öldürür hem diriltir, hem uyandırır hem uyutur, hem kölelik bağlarını kuvvetlendirip kölece görüşlere meyyal kılar, hem de özgürlük ateşini yakar, tam bağımsızlığı öğretir.

İnsanlık tarihinde dinin dinsizlikle değil; bizzat din ile savaştığını gördük. Ve tarih bu mücadelenin hikayeleriyle doludur.

İslam’ın tarihi geçmişi de sürekli bu iki din’in tarihteki mücadelesinin sahnelenişidir. Yani gerçek İslam ile yalancı “İslam”ın çatışması... Kur’an’a karşı “Kur’an” ve İslam’a karşı “İslam”ın bitmeyen mücadelesi. Mesele tamamen siyasidir. Dindarlıkla dinciliğin mücadelesi, mü’minle münafıkın mücadelesi, halkçılıkla halk düşmanlığının mücadelesi. Emanete sahip çıkmakla emanete hiyanetin mücadelesi. Hz. Ammar’ın açık beyanıyla; "Dün Kur’an’ın nuzülü için savaşıyorduk, bugün ise te’vili (yorumu, anlaşılması, pratiği, yani tatbiki, yani gerçeği) için..." Söylendiğinin ve bilinenin aksine “İki Kardeşin” veya “Sahabenin Savaşı” değil; dostla, “dost” gibi görünen düşmanın, gerçek sahabe ile “sahabe” gibi görünenin savaşıydı. Bugün ise, İslam’la, “Kapitalist” İslam mücadele içerisindedir. Ve dostlar biliniz ki bu kez mücadele, adalete inananların zaferiyle sonuçlanacak, ne kadar karalarlarsa karalasınlar, ne kadar ihanet ederlerse etsinler sonucu değiştiremeyeceklerdir: "... Dikkat edin! Zafer Allah’tan yana olanlarındır"(Mücadele, 22)

Ben inanıyorum; ezilenler, "adalet isteyenler" olarak bu defa kazanacağız. Siz de inanın, "inanalım" ve bu hayali gerçekleştirelim dostlar.

Vesselam.......

Müslüman Sol Üzerine .................. Muhammed Nur DENEK

Son dönemlerde gündeme giren bu ifadenin, kafaları oldukça karıştırdığı şüphesiz. Nitekim kullanılacağı alan dikkate alındığında şüpheler pekte abartılı değil. Yıllarca; Adalet, eşitlik, kardeşlik, hak, refah, kalkınma, demokrasi, nizam, sosyal adalet vb. terim ve sloganlar kullanılarak, siyasi partiler , örgütlenmeler ya da benzeri kuruluşlar ortaya konmuştur. Ancak bu yapılanmaların istinasız hiç biri zulüm, sömürü, haksızlık vb. ihanetlerden geri durmamışlardır. Üstelik; dini cemaat, dernek, tarikat vb. oluşumlar da farklı eylemler sergilememişlerdir. Yıllardır bu topraklarda siyasetin ve politikanın kirletilmesinin sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Bu ülkede siyasi başarıların sonucu, sadece ve sadece kazananlara rant, çıkar kapılarının açılması anlamına gelmekte. Halkın sorunları, açlığı, imkan ve olanaksızlıkları kimsenin umurunda değil. Öyle ki artık vatandaş umudunu kesmiş; ” yesinler, ona alıştıkta bari kırıntılarını bizlere verecek olanları bulalım” demekte. Anlayacağınız halk artık gücünün bile farkında değil. En büyük gücün, bir ülkede yaşayan halkın iradesi olduğu gerçeği unutturulmuş, onun yerine paranın ve gücün hakimiyeti yerleştirilmiş. İktidara ve yönetime aday olabilmek dahi bir takım çıkar ilişkilerine dayalı. İktidarı talep edebilmek için halktan biri olmaktan çok zengin işadamlarıyla olan ilişkileriniz önemli.

Şimdilerde de birileri Müslüman sol kavramını dillendirmekte. Bu kavramı irdelemekten çok içinin neyle doldurulacağı önemli sanırım .Toplumun sorunlarını emperyalist ve kapitalist emellere kurban etmeyecek, siyaseti ve siyaset yapmayı zenginlerin tekelinde olmaktan kurtaracak, parayı gelir getiren bir meta olmaktan arındıracak bir yapı; politikayı, sınıfsız toplumu yaratma temeline dayandıracak , zenginlerin ve imkan sahiplerinin değil, ezilenlerin ve gariplerin yönetip yönlendireceği çıkarsız bir oluşum.
Müslüman sol ifadesi; aslı itibarı ile oldukça tutarlı görünsede, aslında İslam’la ya da sosyalizmle tek başlarına ortaya konması mümkün bir yapıyı ifade eder. Gerçek anlamıyla ortaya konması durumunda, islam’ın toplumsal yapıya ilişkin söylemlerinin; adaleti, anti kapitalizmi, fırsat eşitliğini vb. emrettiğini, aşırı zenginliği, fakirliği, özel mülkiyeti, paranın para kazanmasını, sömürüyü, çıkar ilişkilerini vb. ise şiddetle yasakladığını görürüz .Nitekim tüm peygamberler gönderildikleri toplumlarda sosyal adaleti yaygınlaştırma mücadelesi vermişler, buna engel olmaya çalışan; faizci(kapitalist) ve çıkarcı güçlerle ise savaşmışlardır. Hepsi zamanlarının sosyalist devrimcileri olmuşlardır. İslam ve sosyalizm, bu iki ifade özlerinden uzaklaştırılarak, uzun yıllardır birbirlerinden farklı anlaşılmalarını sağlayan ihanetlerle temellendirilmeye çalışılmıştır. Öyleki bu ihanetler, özünde insanlığın kurtuluşunu temel alan “iki” anlayışın birbirlerini dışlar hale gelmesini sağlamıştır. Müslüman sol ifadesi, bu ihanetlerin karanlığını ortadan kaldıracak , bu birliği hakkıyla ortaya koyacak, menfaat ve çıkar gözetmeyen, halkları ezilmişlikten kurtacak bir iradeyle ortaya konmalıdır.
İnsanlarımız açlıkla ve yoksullukla yüzyüzedir. İşsizlikle, evsizlikle, sömürüyle, zulüm ve haksızlıklarla yaşamak zorunda bırakılan kadın, erkek ve çocuklarımız artık dayanamaz hale gelmiştir. Böyle bir zamanda hala şekilci bir din anlayışına mahkum olmak ya da dini dışlayan bir sosyalizmden bahsetmek de neyin nesi. Bu anlayışlar, düpedüz her iki tarafı da tahrip etmektedir. Birinin yaşamla, diğerinin insanla olan ilişkisini koparmaktadır.
“Size ne oluyor da Allah yolunda ve o ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda mücadele etmiyorsunuz ?...”
NİSA / 75
Zamanımız; tüm ön yargılarımızı bir tarafa bırakarak,ayrıntılarda boğulmadan, sosyal adaleti sağlamak adına elele verip; zulme, haksızlıklara ve sömürünün her çeşidine karşı mücadele etme zamanıdır.
vesselam.



Muhammed Nur DENEK

Hırsızlık caiz mi? Muhammed Nur DENEK

22 Aralik 2009, çok ilginç ve bir o kadar da alışılmadık bir fetva: İngiliz papaz Tim Jones, yoksul insanların ihtiyaçları kadar mal çalmalarının makul karşılanabileceğini söyledi.
Sizce bu fetva yeni mi? Yüzlerce yıl önce, bir çığlık duyulmuştu, Muaviye’nin zulüm sarayında, öyle ki o çığlığın sahibi, Hz. Muhammed’in “Yer, Ebu Zerr'den daha doğru hiçbir kimseyi taşımamış, gök onun gibi hiçbir kimseyi gölgelememiştir” dediği Cündüp bin Cünade (Ebuzer) "Evinde yiyecek ekmeği olmadığı halde kınından ayrılmış bir kılıç gibi isyan etmeyene şaşarım" diyen toplumsal eşitlik yanlısı, müslüman, sosyalist, devrimci Ebuzer.
Bir de ilahi mesaja bakalım...
“Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah’tan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.” (Maide:38)
Ayette görüldüğü gibi ilahi mesaj, hırsızlığın her türlüsünü şiddetle men etmiştir. Hırsız, “emek harcamadan zengin olmak” isteyen “başkalarının emeğini çalan” kişidir. Hırsızlık alçaklıktır. Başkasının emeğine göz dikmektir. İslam dini, servet sahibi olmak için yapılan hırsızlığı yasaklamıştır. İhtiyaç duyduğundan fazla mal ve servet biriktirmeyi, diğer insanların olanaklarını kısıtladığı için hırsızlık saymıştır.
Nitekim başka bir ayette, “Orada (yeryüzünde) aç kalmazsınız, çıplak olmazsınız, susuzluk çekmezsiniz, güneşin sıcağında yanmazsınız.” (Taha:118,119) denmektedir. Yeryüzü açlık endişesine düşülecek, çıplak kalınacak, susuzluk çekilecek, evsiz ve barınaksız kalınacak bir diyar olmamalıdır. Allah böyle söylüyor. Eğer bu sorunlar yaşanıyorsa, yeryüzünde hırsızlık yapanlar, insanlardan çalanlar, sömürenler var demektir.
Yıllarca ilahi mesajları tahrip ederek, insanları aldatan egemenler “hırsızlık” kavramını da sömürü ve haksızlıklarına hizmet eder hale getirmişlerdir. Hırsızlığı, mal biriktirmelerini, insanların temel ihtiyaçlarını gasp etmelerini yasaklayan bir olgu olmaktan çıkarıp, zavallı, gariban, ihtiyaç sahibi insanların haklarını geri almalarını engelleyecek bir kavrama dönüştürmüşlerdir. Oysa ki Allah “Kim kendisine edilen zulümden sonra hakkını alırsa böylelerine ceza yoktur. O ceza ancak insanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız olarak hükmetmeye kalkışanlara aittir...” (Şura:41,42) demektedir. Sömürücü zihniyet “Aza kanaat etmeyen çoğu bulamazı”da silah etmiş, kanaat kavramını zulme sessiz kalınmasının gereği olarak nitelendirmişlerdir. Oysa kanaat, ihtiyacı kadarıyla yetinip başkalarının emeğini çalmamaktır.
İlahi mesajlardan, peygamberlerin uygulamalarından, peygamber takipçilerinin ortaya koydukları devrimci mücadelelerinden anlıyoruz ki, yüce Allah, İnsanların toplumsal yaşantılarını mahveden, hayatı yaşanmaz ve anlamsız kılan hırsızlığı; “sömürü ve haksızlığı” yasaklarken, hırsızlıkla hakları gasp edilen topluluklara, haklarını çalanlara karşı sergilemeleri gereken tavrı da “ellerini kesin!” buyruğuyla bildirmiştir. Sömürüye ve haksızlığa uğrayan toplumlara, buna sebep olanların (ellerini kesin) iktidarlarını ortadan kaldırın buyurmaktadır. Anlaşılan o ki, Allah’ın ayetlerini dikkate almayarak insanların haklarını gaspedenler ne derece sorumlu ise, hırsızların iktidarlarına karşı mücadele etmeyenler, ezilmişliğe ve zulme rıza gösterenler de o derece sorumludur.

Hırsızlık, tüm canlıların mirasçısı olduğu yeryüzündeki nimetleri, hakkından fazla almak, o malları sermayeye çevirerek hak sahiplerinin haklarını gasp etmek, insanları sömürmek, mazlumlara zulmetmektir ve evet haramdır. Hırsızlar, işçilerin haklarını gasp eden patronlardır, kiracıların gelirlerine el koyan mülk sahipleridir, yoksulların haklarını zengin iş adamlarına peşkeş çeken idarecilerdir, bir kardeşimin ifadesiyle “komşusu açken Prada giyenlerdir.” İnsanların yaşam haklarını ellerinden alan kapitalist sistemlerdir. Ve evet kesilmedilir elleri, fakirin, yoksulun, işçinin, kiracının, garibanların ceplerine uzanan, emeklerini çalan kahrolası elleri; yok edilmelidir kapitalist sistemleri. Engellenmeli, devrilmelidir insanlara, insanca yaşam hakkı tanımayan sömürü düzenleri.
Vesselam...

Kalk ve Uyanışı Başlat Muhammed Nur Denek

İnsani değerlerin, ilahi mesajların, çıkar ve menfaatlere kurban edildiği, Tevhid ve adaletin unutulduğu her dönem, gariplerin, kimsesizlerin, yetimlerin, yoksulların, mazlum ve mustazafların çaresizliğine şahitlik etmiştir. Yaşadığımız asır da, bu dönemlerden bir dönem olup insani değerlerin yok edilişine, aç, çıplak, barınaksız ve çaresiz garibanların feryatlarına, isyanlarına ve sessiz çığlıklarına şahitlik etmektedir.
Halkının, yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğunu iddia ettiği bir ülkede, binlerce insanın çaresizlik içerisinde yaşıyor olması oldukça vahim bir durum.
“ Size ne oluyor da, Allah yolunda, o ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz? Baksanıza: “Ey bizim Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan bu memleketten kurtar! Bize bir yiğit, bir bahadır gönder! Diye yalvarıp duruyorlar.”
(Nisa/75)
İlahi mesaj, yeryüzünde zulme ve haksızlığa uğrayan, çaresizlik içerisinde kıvranan tüm insanlarla yardımlaşmayı, onlara destek olmayı, onlarla eşit olarak acılarına ortak olmayı emretmektedir. Bunu görmemezlikten gelmek aslı itibari ile gariplere zulüm eden, halkın imkân ve olanaklarını kısıtlayan zalimlerin destekçisi olmakla eş değerdir. İslam dini bununla da kalmayıp ezilen insanların mazlumiyetine sebep olan amilleri “etkenleri” ortadan kaldırma mücadelesi vermeyi de insanlığın gereği olarak tanımlamıştır.
Açıktır ki zenginlerin ve yöneticilerin aldatmacalarına kapılmak dinin ve dünyanın felaketine neden olacaktır. İktisadi ve siyasi alanda halka zulüm eden alçaklar asla çıkar ilişklerinden ödün vermezler, tüm ilişkileri ancak dünyalıklarını arttırmaya dayalıdır. Onlarla ilişki içerisinde olan kimseler kesinlikle mazlumların zararına hareket etmiş olurlar. Dünyaperest mal zenginlerinin sahip olmuş oldukları imkânları dolayısıyla kibirlenmelerine ve toplumu ifsat etmelerine karşı göstermemiz gereken tutumu Allah Resulü çok açık ve anlaşılır bir biçimde tüm insanlığa bildirmiştir:
“Benden sonra bir kavim gelecektir ki çeşitli nefis yemekler yiyecekler, çeşitli elbiseler giyecekler, güzel kadınlar alacaklar, kıymetli atlara binecekler, onların içi az şeyle doymayacak, çok şeye de kanaat etmeyecekler, onların bütün gayreti dünya için olacaktır, dünyaya tapacaklar, her şeyi dünya için yapacaklardır. Bu sebeple benden vasiyet olsun ki! Sizden sizin çocuklarınızdan onları kim görürse onlara selam vermesin, hastalarını sormasın, cenazelerinin arkasından gitmesin, onların büyüklerine hürmet etmesin, Bunları yerine getirmeyen kimse İslam dinini yıkmakta onlara ortak olur” .
(H.Şerif/Tirmizi)
Peygamber, insanlığın zaaflarının yeniden adaleti ortadan kaldıracak olan yönlerini açıkça ortaya koymuştur. Toplumsal mücadelede önlem alınması gereken konuyu tüm zamanlara yayarak açıklamıştır. Toplumlarda sınıf farklarının ortaya çıkmasını sağlayacak olan illetin zenginleşmeye imkan tanımak olduğunu bildirerek önlem alınması yönünde uyarıda bulunmuştur. Zenginleşmeye götüren en önemli etkenler özel mülkiyet ve sermaye’dir. Para’nın gelir getiren bir meta’ya dönüşmesidir. Kur’an bunu faiz sistemiyle yasaklamıştır. Tüm zamanlarda zenginliğin haram oluşunun sebebi, temelinde haram kazanç olmasıdır. Temelinde dinin haram olarak ifade ettiği haksız kazanç olmaksızın sınıf farklılıklarının oluşması ve birilerinin zengin olması mümkün değildir. Haksızlık ve sömürü sonucu zenginleşmiş olan paraperestler (putperestler) toplumun düşmanları olan asalaklardır. Onlarla olumlu ilişkiler kurmak yada ihanet ve şirklerini görmezden gelerek aşağılamamak tüm topluma zarar vermektedir. Bir bakıma zulüm ve sömürüyü meşrulaştırarak yaygınlaştırmaktır. Zenginlerle iyi ilişkiler kurmak, onların suçlarına ortak olup mazlumların ekmeğine kan doğramak olur.
İslam akidesinin özü tevhid’dir, İslam tevhid inancıyla insanı Allah’tan gayrı her şeye kulluk etmekten kurtararak ruhî ve toplumsal alanda özgürleştirir, izzet kazandırır. Tevhid, sınıfsız toplumu, şirk ise sınıfların olduğu birliğin yok edildiği zulüm ve sömürünün hakimiyetini ifade eder. Şeriati’ye göre, bu boyunduruktan kurtulmak ve ‘toplumsal adaleti’ sağlamak ancak, sınıfsız. eşitlikçi bir birliktelikle mümkündür. Ona göre, İslam Peygamberinin 1400 yıl önce kurmaya çalıştığı ideal toplum, sınıfsız, her türlü elitizmin (mele’) reddedildiği bir toplumdur. Sınıflı bir toplumsal yapının doğal sonucu, köle-efendi, mustaz’af-müstekbir ilişkisidir ki İslam kozmolojisi açısından, bu, şirkin bir tezahürüdür.
Yaşadığımız ülkeyi mazlumların göz yaşlarıyla sulayan müstekbirler, çok yakında o gözyaşlarında boğulacaklarından habersizce yaşamaktalar, sahip oldukları gemilerini yüzdürdükleri okyanusun aslında mazlumların kanlarıyla sulandığını unutmuşlar, o kanlar gemilerini alabora ettiğinde ne mazlum halktan çaldıkları paralar, ne de (sözde) hayırlı kadınlarının başörtüsü onları kurtaramayacak. Üstünüze alının lütfen, evet siz yüz binlerin çığlığını, açlığını ve çaresizliğini anlatmaya çalışan bu sözleri, üstünüze alın, ey ihtiyacından fazla biriktirenler, sermaye yığanlar, altınla bezenenler, gariplerin, mahrumların, kiracıların, işçilerin haklarını gasp edip birde utanmadan büyüklenerek yeryüzünde dolaşanlar, iyi biliniz ki sizler: Müslüman’ım da deseniz, namazlarınızı kılıp oruçta tutsanız, adaletten ve kalkınmadan bahsederek uyduruk nara’larda atsanız, çaldıklarınızla hacca gidip tavafta etseniz, kırkta bir zekâtta verseniz o mazlumların boğazında düğümlenen çığlıkların ateşinden kurtulamayacaksınız. Cehennem olarak o alevler size yeter .

Bu ayetlerde “biz” mazlumlara yeter :

“Sen ey yalnızlığa bürünen!

Kalk ve uyanışı başlat!

Haykır: Allahuekber!

Güzel ahlâkı kuşan!

Kötülüğe bulaşma!

Servet yığma hayallerine kapılma!

Daima Rabbinle birlikte ol ve güçlüklere göğüs ger”

(Müddesir; 1-7)

Ebu Zer'den Zamanın Kab-ul Ahbarına Muhammed Nur DENEK

Kendi internet sitesinin soru cevap bölümünde; dinin vicdan boyutuyla, zulüm ve haksızlıkları fark etmiş olan bir kardeşimizin sorduğu soruyu, dinin afyon yönüne sarılarak cevaplayan din adamına...


SORU:
Faiz ile kira gelirinin farkı :

Kuran-ı Kerim faizi kesin bir dille yasaklıyor ve biz de inanan insanlar olarak bunu kayıtsız şartsız kabul ediyoruz. Kendi adıma kendi iradem ile faize bulaşmıyorum.
Aynı şartlarda hayata başlamış iki insan düşünelim hocam. Her ikisi de 15 yıl çalışmış ve her ikisi de 100'er milyar TL biriktirmiş.
Birisi bir daire alıyor, onu kiraya veriyor ve her ay 1 milyar TL kira geliri elde ediyor. Diğeri bankaya yatırıyor her ay 1 milyar TL faiz kazanıyor.
Neden İslamiyette ilk örnek günah değil; kiraya veren de kiraya verdiği tarihten itibaren emeksiz bir kazanç elde etmiyor mu? Üstelik faizde anapara sabit kalırken (hep 100 milyar TL) diğerinde bir de mülkün değer artışı yok mu?

Cevap(Hayrettin KARAMAN):
Soruda nitelikleri açıklanan iki kişi meşru yoldan para kazanıyorlar. Her ikisi de belli bir miktar (soruya göre yüz milyar) kazandıktan sonra artık çalışmamaya, kazandıkları paranın geliri ile geçinmeye karar veriyorlar. Ancak bunlardan biri İslam'da haram olan faiz geliri ile diğeri ise helal olan kira geliri ile geçinmeyi tercih ediyor.
Eğer çalışmadan, sermaye (akar, birikim vb.) sayesinde para kazanmak caiz olmasaydı, sermaye-emek ortaklığından para kazanmak da haram olurdu; halbuki öyle değildir; sermaye bir taraftan, iş ve emek diğer taraftan olmak üzere ortak ticaret ve üretim yapılabilir, taraflardan biri (mesela yüz milyarın sahibi) çalışmadan, diğeri ise sermayesi olmamakla beraber çalışarak para kazanmaktadırlar. Ama burada dikkat etmemiz gereken bir incelik var: Eğer mudarebe ortaklığı kâr değil de zarar ederse, sermaye sahibi zararın tamamını üstlenir, emek ve teşebbüs sahibi zarara iştirak etmez, yalnızca emeği boşa gitmiş olur.

Eğer bu ilişki ortaklık ilişkisi değil de "müteşebbisin (girişimcinin) bir kişi veya bankadan faizli kredi alması şeklinde olsaydı ve teşebbüs zarar etseydi ne olacaktı?
Sosyo-ekonomik yönden faizin kira gelirinden önemli bir farkı da, bu ikisinin yoksullar ve açlara farklı etkisinde görülür. Faizli kredi ile mal üreten, ticaret yapan bir şahıs maliyete faizi de yansıtmak mecburiyetindedir; bu da piyasaya sürülecek malın faizi oranında pahalı olmasına ve faizin dar gelirli çoğunluğun kesesinden çıkmasına sebep olmaktadır. Kira bedeli ise doğrudan pahalılığa yol açacak ölçüde maliyete yansıtılmaz, çoğu kez üretici ve tüccarın kârından ödenir.
( http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat2/0278.htm)”çok uzamaması için tamamını almadım, dileyen bakabilir.”
Her kelimesinde zenginlerden ve çıkarcılardan yana tavır sergilemesine bir anlam veremediğim alim efendi, bana yüzyıllardır, gariban ve mazlum insanların sırtından geçinen, sermayeleriyle işçilerin, kiracıların, garibanların emeklerini çalan hırsızları, fetvalarıyla temize çıkarma gayesi güden “din adamlarını” hatırlattı. Tarih boyu siyasi ve İktisadi tağutların (iktidar ve zenginlerin) halk nazarında meşrulaştırılması görevini çıkarcı din adamları üstlenmiştir. Siyasi iktidarlar zenginlerle bir araya gelerek, insanların başını tutar ve bellerini bükerler, bunlar; fakirlerin, işçilerin, kiracıların ceplerini boşaltırlar. Bu arada iş birlikçi din adamları da toplumun kulağına fısıldar; “Sabret bunlar Allah’tandır, dünyanın değersiz süsleridir. Çünkü Allah kimine bolca dağıtmış, kimine de az vermiştir. Sabredin ve bu durumunuza şükredin. Zaten dünya malı dünyada kalır” der. Ve demeyede devam ediyor.
* Cevabında; kazandıkları paranın geliri ile geçinmeye karar veriyorlar, cümlesiyle paranın, biriktirilmesini ve gelir getiren bir metaya dönüşmesini meşrulaştıran alim ilk ihanetini sergiliyor. Oysa Allah’u teala Kur’an ı Kerim'de para biriktirmeyi yasaklarken, paranın bir sınıf arasında dönüp dolaşan meta olmasını ve tüm toplumun faydalanması gereken nimetlerin özelleştirilerek sahiplenilmemesini emrediyor.
“... Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar cehennem ateşinde yakıldığı gün alınları, böğürleri ve sırtları o biriktirdikleri ile dağlanacak, bu kendiniz için bencilce biriktirdiğinizdir, biriktirdiğinizi tadın bakalım! denecek.”(tevbe 34-35)
Kenz, ihtiyaçtan fazla sahip olunan mal anlamındadır.
Eğer ihtiyaçtan fazlası toplumun yararına olacak şekilde infak edilmezse, ihtiyaç için tüketilenler de haram olur.
İhtiyaçtan fazla para, sermaye, mal biriktirmemeyi emreden ve onları yığmayı yasaklayan birçok hadis vardır. Onlardan birisi, Abdurrazzak'ın Hz.Ali den: "Altın ve gümüş yığarak biriktirip de Allah yolunda infak etmeyenler" ayeti hakkında rivayet ettiği hadistir. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Allah, altın ve gümüşü helak etsin..." Sahabe: "Peki ya Resulullah (s.a.)! Hangi malı edinelim?" deyince: "Zikreden bir dil, şükreden bir kalb, dininde kendisine yardım eden bir eş" buyurdu. Sonra Allahü Teâlâ, mal biriktirenlere uygulanan azap çeşidinden haber vermektedir: Toplayıp biriktirdikleri malların, cehennemde tutuşturulup alınlarının, böğürlerinin ve sırtlarının yakılması. Özellikle bu organların zikredilmesi; onların servet temin etmek için insanlara yüzleriyle yöneldikleri, fakirlere bir şey vermemek için de asık surat gösterdikleri, aldıkları nimetlerden yanları ve sırtları üzere yatarak yararlandıkları şeklinde tasvir edilmiştir. Demir aletle yüzü dağlamak çok meşhur ve çok kötü, sırtı ve böğrü dağlamak daha elem verici olduğu için o şekilde örneklemiştir. Melekler tarafından onlara: "İşte bu kendiniz için toplayıp sakladıklarınız, artık o istifçilik ettiğiniz şeylerin acısını tadın" denir. Bu, bugünkü müslümanların afeti... Çünkü onlar, mal toplayıp , Allah yolunda, ümmet ve toplum yararına sarfetmiyorlar.
Müslim, Sahih'inde Ebû Hureyre'den şöyle rivayet eder: Resulullah buyurdu ki: "Malının fazlasını vermeyen kimse için, kıyamet gününde ateşten levhalar hazırlanmıştır. O levhalar üzerinde böğrü, alnı ve sırtı dağlanır, insanlar arasında hüküm verilince ona da yol görünür..."
* Devamında” helal olan kira geliriyle geçinmeyi tercih ediyor”, derken bu konuda tarih boyunca herhangi bir peygamberden ya da kutsal kitaplardan örnek getiremeyeceğinin farkında olmasına rağmen alim efendi kirayı da meşrulaştırıyor. Oysa peygamber (as), cabir’den rivayet edilen hadisinde şöyle buyurmuştur;
“Bizden bazı kimselerin ihtiyaçlarından fazla arazileri vardı. Onlar: "Biz arazimizi üçte bire veya dörtte bire veya yarıya kiraya verelim" dediler. Bunun üzerine Aleyhissalatu vesselam: "Kimin arazisi varsa bizzat eksin veya bir kardeşine bağışlasın; ne ücret mukabili versin ne de kiraya versin!" buyurdular.”(kütübü sitte-muzaraa babı)
* Daha sonrasında emek-sermaye ortaklığının yani parası olanın yattığı yerden, çalışanın emeğine ortak olabileceğinin helal olduğunu ifade ediyor, zarar durumunda biriktirdiği paralarla yan gelip yatarak kar elde eden adamın sermayesinin azalmasını, büyük bir kayıp olarak ifade ederken, işçinin emeğini hiçe sayarcasına “sadece emeği boşa gider” şeklinde ifade eden alim efendinin şu ayetide 100 lerce kere okuduğundan eminim.
Oysa Allah’u teala necm suresi 39.Ayette “İnsanın emeğinden başkası kendisine helal değildir” buyurmaktadır.
* Cevabının sonunda insanlığın en temel yaşam hakkı olan sığınmayı büyük bir ranta çeviren kira zulmünü iyiden iyiye toplumun hizmetindeymiş gibi göstermeye çalışan bu adam “Sosyo-ekonomik yönden faizin kira gelirinden önemli bir farkı da, bu ikisinin yoksullar ve açlara farklı etkisinde görülür. Faizli kredi ile mal üreten, ticaret yapan bir şahıs maliyete faizi de yansıtmak mecburiyetindedir; bu da piyasaya sürülecek malın faizi oranında pahalı olmasına ve faizin dar gelirli çoğunluğun kesesinden çıkmasına sebep olmaktadır. Kira bedeli ise doğrudan ve pahalılığa yol açacak ölçüde maliyete yansıtılmaz, çoğu kez üretici ve tüccarın kârından ödenir” diyerek adeta yoksul ve açlarla alay edercesine, üretilen mallardan, ticaretten, piyasadan bahsederken, kiranın üretici ve tüccarın karından ödendiğini yazmış. Yok artık bu kadarda olmaz 600 tl askari ücret ödeyen üretici ya da tüccar dediğin patron, işçiye verdiği üç kuruşu da sahip olduğu gayri menkullerin kira geliri ile geri alıyor. Yoksul ve garibanlarsa aldıkları üç kuruşun büyük bölümünü kiraya vermek suretiyle ezildikçe eziliyor, zaten elinde o piyasadaki mallara harcayacak parası dahi kalmıyor.................................Yazıklar olsun zamanın ahbar’larına.“...oysa zenginler mallarını -arada fark kalmaz, eşit hale geliriz- diye insanlarla paylaşmıyorlar. Allah’ın nimetini mi inkar ediyor bunlar” (nahl 71)

Ezilenler Birleşin Muhammed Nur DENEK

Karanlıklar, haksızlıklar ve eşitsizliklerle dolu bir dünyada tek hedefi yeniden adaletin, paylaşmanın ve kardeşliğin tesisine dayalı olan bir müdahale ancak ve ancak kölelerin özgürleştirilmesine, mazlumların kurtarılmasına dayalı olabilir.

Böylesi bir müdahale ezilen sınıfların sahipleneceği bir çağrıdır, öylede olmuştur. Nitekim haksızlıklar, eşitsizlikler ve yoksulluğun artması, bencil ve çıkarcı kişilerin zulümleri sonucu oluşmuştur. Bu çıkarcı dünyaperestler, bencillikleri sonucunda tüm toplumun olan tabiat zenginliklerini ve ortak değerlerini çalmışlar, özel mülkleri haline getirmişlerdir. Ezilen emekçi sınıfın ürettiği değerlere el koyarak sermaye sahibi olmaları sonucunda adaletsizlikleri yaygınlaştırmışlardır.

Kur’an, yoksul ve ezilen sınıfların feryadını, isyanını, acısını dillendirerek, onları zalim bezirganların zulmünden kurtarma adına insanlığa sunulan ilahi kurtuluş kitabıdır. Nitekim Hz.Muhammed’in çağrısına destek olanlar da dönemin zulme uğrayan, köleleştirilen, yaşam imkan ve olanakları ellerinden alınan yoksulları olmuştur. Önceki rasullerin taabileri de zamanlarının mazlumlarıdır.

Servetin (yeryüzü zenginliklerinin, üretim araçlarının) tekelleştirilmesi sonucunda hayatın yaşanmaz hale gelip cehenneme döndüğü dönemler; mazlumların, ezilen halkların başkaldırmaları sonucunda yeniden yaşanılabilir kılınmıştır. Bu devrimci mücadelelerin temelini oluşturan en önemli etken ise mazlumların birleşmesi ve zulme karşı yekvücut olarak direniş göstermeleri olmuştur.


Yoksulların kurtuluş reçetesi olan Kur’an, zulüm ve haksızlıkları sona erdirmenin yolunun, birleşmekten ve dayanışma içerisine girerek, müstekbirlerin iktidarına karşı mücadele etmekten geçtiğini bildirir. Yeryüzünün tüm mustazafları ,yoksulları “ kadınıyla, erkeğiyle, işçisiyle, işsiziyle, Kürdüyle, Türküyle, Alevisiyle, Sunnisiyle vb.” el ele vererek ortak iyinin iktidarını ortaya koyma mücadelesi vermelidir. Nitekim halkı ezen zalimler, dinsel ırksal vb. her tür ayrışmayı kendi içlerinde hiçe sayarak zulüm iktidarlarını ayakta tutma gayretindedirler. Bazen anti emperyalist, halkçı, ya da Müslümanım diye geçinen iktidarlar, egemen sınıfın çıkarları sözkonusu olunca hiç çekinmeden İsrail, Amerika ve benzeri şer odaklarıyla hemen masaya otururlar. Birtakım yapay ayrıştırmaları ayakta tutma gayretleriyse halkı birbirinden uzaklaştırma ve ortak sorunlarında biraraya gelmelerini engelleme amaçlıdır. Biz ezilenler birbirimize düşerken, onlar bizim sırtımıza basarak yükseldikleri makamlarında kadeh tokuştururlar, asla birbirimizi sevmemizi ve dayanışmamızı istemezler.

Nitekim biz mazlumlar dayanışma içinde olursak onlar bizleri köleleştiremez ve emeklerimizi çalamazlar. Ulusal ilişkilerinde bile halklarını hiçe sayarlar, savaşlarda her iki cephenin de garibanları, emekçileri ve yoksul çocukları ölür, onlar saraylarını cesetlerimizin üzerine inşa ederler. Sonra da o saraylarda ahkam kesmeye, hırsızlığa ve sömürüye devam ederler. Hem de savaşlarda cephelere sürdükleri garibanların emeklerini düşman diye sunduklarına peşkeş çekerek. “Kafirler birbirleriyle dayanışma içine giriyorlar, Eğer sizde dayanışma ve dostluk içine girmezseniz, Yeryüzünde baskı ve zorbalık artar, büyük zulümler olur.”(Enfal-73)


“Sizden erdeme çağıran, ortak iyiyi emreden ve kötülüklerle mücadele eden bir topluluk bulunsun, işte kurtuluşa erenler bunlardır” (Al-i imran-104)


“Bir zorbalıkla karşılaştıklarında yekvücut olup kendilerini savunurlar” (Şura-39)


“Ey iman edenler hep birlikte güçlüklere göğüs gerin ve bunda düşmanlarınızı geçin, daima uyanık ve tetikte olun, Allah bilinciyle yaşayın! Kurtuluşun yolu budur” (Al-i imran 200)

“İnanmış erkekler, inanmış kadınlar birbirlerinin dost ve yaranıdırlar. Ortak iyiyi emrederler, kötülüğü ve zulmü engellerler” (Tevbe-71)


Küfür, zulüm ve haksızlığın kaynağı vahşi kapitalizm’dir. Kapitalizm; çalınarak, emek hırsızlığı ile biriktirilen sermayenin (ki başka şekilde asla sermaye birikmez) imparatorluğu, paranın tanrılaştırılmasıdır, kapitalist putperestlerin ilahları sermaye, ibadetleri ise kapitalist ekonomi düzenlerini ayakta tutabilme adına insanları köleleştirmektir. Toplumları sınıflara ayırıp emeklerini çalarak sermaye yığma peşine düşen tefeci bezirganlar zamanın Firavunlarıdır. “Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve oranın halkını bir takım sınıflara ayırıp bölmüştü...” (Kasas-4)


Halkı; sağcı, solcu, Türk, Kürt, dinli, dinsiz, vb. ifadelerle ayırarak parçalayan ve bundan çıkar sağlayanlar, elleriyle yapıp biriktirdikleri paralara, zenginliklere, sermayeye (riba’ya) tapan müşriklerdir. Bu zulüm ve adaletsizliklerin odağı olan Emperyalizmin uşağı dikta rejimleri ortadan kaldırarak adaleti hakim kılmaksa ortak iyinin devrimci vazifesidir.


“Bundan sonra (ortak iyiye) iman edecek, hicret edecek ve sizinle beraber mücadele edecek herkes sizdendir. Bu şekilde sevgi ve merhamet yumağı haline gelenler! Artık Allah’ın kitabında birbirlerinin can yoldaşlarıdır! Allah her şeyi biliyor bundan hiç şüpheniz olmasın.” (Enfal-75)

Tarih'in iki oğlu "Egemenler ve Mazlumlar" Muhammed Nur DENEK

Tarih'in iki oğlu "Egemenler ve Mazlumlar" Muhammed Nur DENEK
İslam düşüncesinde tarih felsefesi bilimsel bir determinizme dayanır. Tarih, insanın kendisi gibi yaratılışla başlayıp bütün zamana ve mekana yayılmış diyalektik bir çelişkinin iki zıt ve düşman kutup arasında sürekli bir savaşın hakim olduğu kesintisiz bir olaylar zinciridir. Başka bir deyişle, insan türünün zaman çizgisindeki hareketidir. İnsan ise küçük bir “kainat”tır. İnsanı büyüttüğünüz zaman karşınıza koca bir kainat çıkacaktır. Kur’an’a göre insan, Allah’ın iradesinin bir tecellisi, O’nun yeryüzündeki halifesi ve konumu itibariyle de yaratıkların en şereflisidir. Bu nedenle ortaya çıkışı, varlığı ve gidişatı boş ve anlamsız değildir.
Tarih de böyledir; dünyanın diğer realiteleri gibi bir realitedir; bir yerden başlamış ve bir yere varmak zorundadır; bir hedefi olmalıdır; bir tarafa gitmek zorundadır.
Nereden başlamaktadır? İnsan gibi “çatışma”nın başlangıcından...
Yaratılış kıssasında konu insandır. İnsan: “çamur ve ruhtan” yaratılan Adem’deki “Allah-şeytan” çatışmasından başlamaktadır. Ama tarihi nereden itibaren bilmekteyiz? Nereden başlamaktadır? Habil ve Kabil’in çatışmasından itibaren.
Adem’in oğulları insandırlar ve doğal insani yapıdadırlar; dövüşürler: biri diğerini öldürür. İşte insanlık tarihi buradan itibaren başlamaktadır.
Adem’in mücadelesi kendi içinde, kendi özünde süren öznel bir mücadeledir. Habil’le Kabil’in mücadelesi ise yaşamda, dış dünyaya ve hayata yansımış nesnel bir mücadeledir. Bundan dolayı Adem kıssası “İnsan Felsefesi”ni, Habil’le Kabil’in kıssası da “Tarih Felsefesi”ni göstermektedir.
Bu iki “Kardeş Savaşı” tarihin diyalektiği temelinde, tarihte iki karşıt cepheyi oluşturur. Bu nedenle tarih de insan gibi diyalektik bir harekete sahiptir. Çelişki ise Habil’in Kabil tarafından öldürülmesiyle başlar.
Dr. Şeriati’ye göre Habil, özel mülkiyetin ortaya çıkmadığı, ilkel toplumcu, çobanlığa dayalı bir iktisadi sistemi: Kabil ise tarıma, bireysel veya tekelci mülkiyete dayalı bir sistemi temsil etmektedir. Kabil Habil’i öldürür ve böylece mücadele başlar. Tarih işte bu mücadelenin savaş alanıdır. Çobanlığa dayalı ekonominin temsilcisi Habil, toprak sahibi Kabil tarafından öldürülmüş; üretim kaynakları üzerindeki ortak mülkiyet dönemi ve kardeşlik ruhu, gerçek inanç sona ermiş: yerine tarıma dayalı ekonomisiyle hilekarlık ve başkalarının hakkına saldırmaktan çekinmeyen özel mülkiyet dönemi başlamıştır. Habil ortadan kalkmış, Kabil tarih sahnesine çıkmıştır. Hala da sahnededir.
Şeriati bu tezini, Adem’in oğullarına aralarındaki geçimsizliğin çözümü için Allah’a birer kurban sunmalarını söylemesi üzerine, sunak taşına Kabil’in bir avuç sararmış hububat koymasından ve buna karşılık Habil’in değerli bir deve getirmesine dayandırır. İşte bu yüzden Habil’i çobanlığın, Kabil’i ise tarımın temsilcisi olarak kabul eder. Ona göre tarih, aynı zamanda balıkçılık ve avcılık dönemi de olan çobanlık döneminde bütün üretim kaynaklarının tabiat olduğunu gösteriyor. (kıssada anlatılan devenin bunun bir işareti olduğunu savunur). Ormanlar, denizler, çöller ve ırmaklar... Bütün bu kaynaklar: Tüm kabilenin emrindedir ve üretim araçları da büyük ölçüde insanın elleridir. Başka tür araçlar gerekse bile, herkes kendi aracını kendisi yapabilir çünkü bilinen araçlar son derece basittir. Üretim kaynaklarının su ve toprak veya üretim araçlarının inek, saban vs. olduğu bu sistemde, tekelci veya bireysel mülkiyet sözkonusu değildir. Her şey, eşit olarak herkesin hizmetindedir. Toplum ruhu ve kuralları, ahlaki yükümlülüklerin dosdoğru yerine getirilmesi, toplu hayatın kurallarına mutlak uyum gösterilmesi, din duygusunda fıtri bir arılık ve içtenlik.... Şeriati’ye göre bunların tümü, bu üretim sisteminde insanın belli başlı manevi nitelikleriydi. Bundan dolayı o, Habil’i bütün bunların temsilcisi olarak kabul eder.
İnsanoğlu tarımı öğrenince hayatı, içinde yaşadığı toplum ve bütün düzen köklü bir değişikliğe uğradı. Bence bu değişiklik, tarihteki en büyük devrimdir. Bu devrimle birlikte ortaya yeni bir insan çıktı: Güçlü ve kötü bir insan. Böylece medeniyet ve farklılaşma dönemi başladı.
Daha önce insanlık toplumunda birey yoktu. Birey kabilenin kendisiydi. Fakat tarımla birlikte, herkesin kardeş olduğu, tek bir aileye benzeyen bu yekpare toplum bölündü. Mesele, zor kullanarak çözümlenmişti. Oysa çobanlık döneminde, kabiledeki güçlü kişilerin bu gücü, kabileyi veya kabilenin itibarını korumaya avcılık ve balıkçılığın daha etkin bir biçimde yapılmasına yarıyordu. Fakat şimdi bu güç, bazı hakları belirlemede kullanılmaya başlamıştı. Özel tüketimin ölçüsünü, özel mülkiyetin kazanılmasını öncelikle güç belirliyordu. Bireye ilk özel mülkiyet kazanma imkanını sağlayan güç ve zorbalıktır. Güç, insana özel mülkiyet kazandırmış, giderek özel mülkiyet de bu gücü yasal ve tabii bir kılıfa büründürerek, sürekliliğini ve daha da artmasını güvence altına almıştır. Özel mülkiyet yekpare (tevhidi) toplumu parçalara bölmüştür. Zira özel mülkiyet kural haline gelince, hiç kimse gerçekten ihtiyaç duyduğu kadarıyla yetinmemeye başladı. Bu yüzden insanlar, ihtiyaç duydukça edinmeyi bir kenara bıraktılar, istedikçe edinmeye başladılar. Oysa Habil’in sisteminde, toplu mülkiyet sisteminde, insanlar ancak ihtiyaç duydukça balık tutup avlanıyorlardı. Ancak cömert tabiat, daima emirlerine amadeydi. Üretimde kim daha yetenekliyse o daha çok kazanıyordu ama, herkese açık, cömert tabiatın bolluk saçtığı o günler artık geride kalmış, insanlar sınırlı lokmanın başına üşüşmüşlerdi. Hırs ve açgözlülükle, birbirleriyle boğuşmaya başladılar. Bu yeni toplumsal hayat tarzında, kartallar ve akbabalar, daha zayıf kuşların kanatlarını kırdılar, onları çevrelerinden uzaklaştırdılar. Daha önce toplum, çöllerde, ırmak boylarında, okyanus kıyılarında birlik ve uyum içinde dolaşan bir göçmen kuşlar sürüsü gibi idi. Ama şimdi özel mülkiyet denen leşin çevresine üşüşen kuşlar, tekelci bir tutkuyla birbirlerinin gözünü oymaya başlamışlardı. Daha önce özgürlük, barış, sessizlik ve canlılıkla dolup taşan insanlık ailesi, şimdi birbirleriyle kıyasıya savaşan düşman kamplara ayrılmıştı. Bir tarafta ihtiyacından ve işleyebileceğinden çok daha fazla toprağa sahip olan bir azınlık vardı ve ellerindeki toprağı tek başlarına işleyemedikleri için başkalarının işgücüne ihtiyaç duyuyorlardı; öte tarafta ise, çalışabilecek durumda oldukları halde, işleyecek toprak ve araç bulamadıkları için aç kalan çoğunluk vardı. Yeni toplumsal düzende çoğunluğun akıbeti belli olmuştu; Kölelik. Köleliğe mahkum edilen bu yeni sınıfın ne toprağı, ne suyu, ne şerefi, ne soyu, ne ahlakı, ne vakarı, ne düşüncesi, ne sanatı, ne eğitimi, ne değeri, ne hakkı, ne gerçeği, ne ruhu ve ne de anlamı vardı. Kısacası ihtiyaç duydukları herşey başkalarının elindeydi. Bir sınıf, sadece maddi değil, maddi olmayan üretim kaynakları üzerinde de tekel kurmuştu. Eğitim, kültür, edebiyat, bilim ve sanatla uğraşma fırsatını ve imkanını, el emeği harcamak zorunda olmayan bu sınıf buluyordu.
“Müfessirler ve diğer din alimleri, Habil’le Kabil’in kıssasını anlatan ayetlerin, insan öldürmenin (cinayetin) mahkum edilmesi için nazil olduğunu belirtiyorlar. Bence bu çok yalın ve yüzeysel bir yorumdur. Benim teorim doğru olmasa bile, bu kıssanın anlamı ve amacı onların sandığı kadar da basit olmasa gerek. İbrahimi dinler özellikle de İslam, sözkonusu kıssayı, insanoğlunun bu dünyadaki hayatının ilk büyük olayı olarak zikretmektedir. Bunun biricik anlamının, cinayeti mahkum etmek olması, bana pek inandırıcı gelmiyor. Altında yatan derin anlam ne olursa olsun, bence bu kıssadan çıkartılacak en önemli şey “Böylece anlamış olduk ki, adam öldürmek kötü bir şeydir, onun için bu kötülüğü işlemekten kaçınmalıyız... Bundan sonra özellikle kardeşlerimizi öldürmeyelim” demek değildir.”(Dr. Ali Şeriati, İslam Sosyolojisi Üzerine)
O halde Habil’in Kabil tarafından öldürülmesi, tarihin akışını birdenbire saptırmış olan insanlık tarihinin en önemli olayını temsil etmektedir. Bu kıssa, sözkonusu olayı en derin şekilde, bilimsel ve sosyolojik bir yaklaşımla, sınıflı topluma atıfta bulunarak açıklamaktadır. Bu kıssa ilkel toplumun, avcılığa ve balıkçılığa dayalı üretim tarzında ifadesini bulan eşitlik ve kardeşlik düzeninin sonunu ve bu düzenin yerine özel mülkiyetin doğuşunu, ilk sınıflı toplumun, imtiyaz ve sömürü sisteminin ortaya çıkışını, zenginliğe tapmanın başlamasını, gerçek inancın kaybolup, düşmanlığın, köleliğin, kardeş katilliğinin alıp yürümesini anlatmaktadır.
Kabil, doğuştan kötü değildir. Özü Habil’in özüyle aynıdır. Aslında hiç kimse doğuştan kötü değildir, çünkü herkesin özü Adem’in özüyle aynıdır. Kabil’i kötü yapan, köleliği ve efendiliği doğuran, insanları kurt, tilki ve çakal haline getiren şey: Allah’ın, “Mal yalnızca içinizde zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın” diyerek açıkça reddettiği insanın başkaları üzerinde tahakküm ve bencil yönünü ön plana getiren, ekonomik kaynaklar üzerinde bir avuç azgının tekel kurmasını sağlayan insanlık dışı özel mülkiyet rejimidir.
Bu kıssa, insan toplumunun iki kolunu, iki değişik üretim tarzını anlatmaktadır. Bu, tarihin; bütün çağlarda ikiye ayrılmış insanlığın hala sona ermemiş olan savaşının nasıl başladığının hikayesidir. Habil’in temsil ettiği kol; ezilmişlerin, tarih boyunca Kabil’in özel mülkiyet sistemi tarafından köleleştirilmişlerin, yani halkın koludur. Kabil’in kolu ise; tarih boyunca insanlık topluluklarına egemen olmuş hakim sınıfın koludur. Habil’le Kabil’in kavgası, her kuşağın yeniden yaşadığı bitmeyen bir kavgadır. Kabil’in bayrağı, hakim sınıflar tarafından hep yüksekte tutulmuş, Habil’in kanının intikamı ise, adalet, özgürlük ve gerçek inanç için her çağda savaşmış olan mücahid devrimciler tarafından kuşaktan kuşağa aktarılmıştır.
Dolasıyla toplumlara egemen olan tarih Kabil’in tarihidir. Aslında Kabil ölmemiş, tarih boyunca din adı altında, para ve güç kullanarak toplumlara, halklara ve herkesin tepesine egemendir.
Kabil, kardeşini sırf kadın (yani kardeşinin nişanlısı) için öldürmemiştir. Eğer sanıldığı gibi olsaydı o, sunak yerine en değersiz olanı kurban olarak getirmezdi. O halde amacı neydi? Niçin kardeşini öldürdü? Kabil bütün bunları, dünya nimetlerine tek başına sahip olmak için yapmıştır. Peki ama dünyanın yarısı veya dörtte biri kendisine yetmiyor muydu ki cinayete gerek duydu? gibi bir soru sorulabilir. Cevabı çok basit. Dünya siyasetine, olup bitenlere, katliamlara, politik oyunlara, düzenbazlıklara, hortumculuğa, soygunculuğa, yalan dolanlara,...vs. kısacası duyabildiğiniz ve duyamadığınız, görebildiğiniz ve göremediğiniz herşey, dünya nimetlerine daha çok sahiplenmek için değil midir sanki!.. Dünyanın siyasetini, ekonomisini, stratejisini, dinini vs. belirleyen; Karun kadar zengin bir avuç azgının dünya halklarına çektirdikleri; muhtaç olmalarından mı, yoksa dünya nimetlerine tek başına sahip olmak istediklerinden mi kaynaklanmaktadır?!.
Kabil de budur. Paygamber oğlu olması ve muhatabının öz kardeşi olması onu bu amacından alıkoymamıştır. Her ne kadar kardeşinin nişanlısını gerekçe olarak ileri sürmüşsede bu, bahaneden başka bir şey değildir. Günümüzde Kabil’in temsilciliğini yapanlara bakınız, mutlaka bir bahaneleri vardır. Örneğin, günümüzde, Terörizmle Mücadele, Demokrasi, Özgürlük, Silahsızlandırma vs. gibi meşru gerekçeler bu gayrı-meşru kişilerin biricik bahaneleri arasındadır. En son Irak’ı Silahsızlandırıp, onlara Demokrasi’yi hediye ederek halka sözde özgürlük götürdükleri, halkları açılım safsatasıyla uyutarak sindirilmişliğe ve mahrumiyete mahkum etmeleri, tekel işçilerine merhametli davranmanın hata olduğu söylemleri adı altında utanmazca, arlanmazca, ahlaksızca tavırları.
Kabil’in tehditkar, saldırgan ve düzenbaz tutumuna karşı Habil’in tavrı ibret vericidir. Habil, günümüz insanlarının Kabil torunlarına takındığı tavrı sergilemiyor; bir kerecik olsun boyun eğmeyle; “Al kardeşim, ben vazgeçiyorum, dünya malı için tartışmaya değmez, dünya malı dünyada kalır, Allah din iman versin.” demiyor. Çünkü o da bir insan, bir erkek ve bir ademoğluydu. Onu günümüz teslimiyetçi, açlığa mahkum edilmiş, insanından ayıran tek fark vardı: çünkü o, hür ve zincirsiz bir iş yapıyordu. İçinde yaşadığı toplum çelişkisiz ve ayırımsız bir toplumdu. Sadi’nin deyimiyle: Ne deveye binerdi, ne de eşek gibi yüklüydü; ne kölelerin efendisi, ne de sultanların hizmetçisiydi.
Tarih boyunca birileri Kabil’ce yaşayarak, Habil’in dinine mensup olduğunu iddia etmiştir. Tarih bunun asla mümkün olmayacağını gösterir, Habil’in sunağını sunamayanlar, ancak Kabil’in varisi olabilirler. Nitekim Kabili, kabil yapan etken, sözleri değil ortaya koyduklarıdır.

Hangimiz ne Kadar Sorumluyuz? Muhammed Nur DENEK

Hangimiz ne kadar sorumluyuz? Muhammed Nur DENEK
Zamanın; imkan, olanak ve şartlarının değişken oluşu beraberinde sorunların ve sorumluluklarında bu şartlar doğrultusunda şekillenmesine sebep olur. İnsanın sorumluluğunun farkındalığını sağlayan etken içsel insani, paylaşımcı kişiliğidir. Bu insani vasfı bünyesinde barındıran kimseler nasıl ki dışsal etkenler olmaksızın bu kazanımı elde edebiliyorlarsa, aynı şekilde zamanın şartları doğrultusunda sorumluluklarının seviye ve ölçüsünü de görebilirler. İnsanların kişisel, içsel ve manevi boyutlarında bu anlamda bir çelişkinin ortaya çıkması olağan dışıdır. Örneğin yoksulların sıkıntılarını önemseyen ve bu anlamda kendisini sorumlu hisseden bir kişi, kendi olanaklarını bir takım ön kabullerle sınırlamaksızın yoksulun yardımına koşar. Komşusunun evinde yiyecek ekmeği olmadığını bilen ve AÇ olduğundan haberdar olan bir insan, yahu benimde bir takım sorunlarım var ya da arabam çok eski değiştirmem gerek, bundan dolayı onlara yardımcı olamıyorum diyemez, ve sadece o an için elinde fazladan bir ekmek parası olsa dahi onlarla paylaşır, böylece de insan oluşunu, şerefli oluşunu ispatlar. Aksi hiçbir durum onu mazur gösteremez. Bundan dolayı vermek ve paylaşmak sorumluluğu, aynen dünya nimetleri gibi kimsenin tekeline şutlanarak onlardan arı hale gelinemez, herkes imkanları oranında mutlaka sorumludur.
Son dönemlerde bir takım yazar, aydın, gazeteci ve siyasetçinin dillerinde destanlaşan “JİP” kavramı biraz bu meseleyi ötekilemek biçiminde kullanılır hale geldi. Aynen peygamberin hadisinde “komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” kavramının kısırlaştırılması ve yontularak anlamsızlaştırılması gibi. Nitekim yakın zamanlarda zengin semtlere taşınarak bu sorumluluktan kurtulacağı safsatasını dillendirenler gibi. Kaldı ki zengin y ada fakirlere ait semtlerin oluşması o toplumda sınıfların y ada toplumsal şirkin yaşandığının kanıtıdır. Neredeyse toplumda sadece jip sahipleri sorumluymuşta, mesela mercedesi olan iş adamları, aylık 4-5 bin maaşlı profesörleri, bilmem hangi gazetenin köşesinde yazarak binlerce lirayı cebe indirenleri, yazdıkları kitaplarıyla zenginleşenleri, sendika koltuklarında işçi temsilciliği iddiasında olupta yaşantılarıyla patronlara taş çıkaranları ….vs, çok masummuş gibi.
Aslına bakılırsa asıl korkulması ve önlem alınması gereken mesele işte tam da burasıdır. Toplumları felç eden ahlaksızlıklar tam da buradan çıkar. Dillerinde adaleti bayraklaştırırken, yaşamlarında zulme tavan yaptıran, burunları dipindeki mazlumları yok sayarak, çıtayı yükseltip masum kılığına girenler şerefsizliğin tarihini yazarlar. Ahlaksızlığı yaşam biçimleri haline getirirler. Allah-u Teala’nın münafık tabiriyle tanıttığı zümre işte bunlardır. Nitekim toplumlara iyi görünmek adına, süslü laflar edip işçi eylemlerinde boy gösterek, mazlumdan yana görünmeyi şiar edinen bu tipler yaşam standartlarını normalleştirme yoluna gitmeyi dahi akıl etmekten haya ederler, aynen bizde bu kölelerle eşit halemi geleceğiz diyen mekke müşrikleri gibi. Ama tek farkla bunlar üstüne birde dindarlık yada sosyalistlik yaftası takışkırarak bunu yaparlar.
Ey iman iddiasında olanlar iman edin! Ey mazlumun yanında olduğunu iddia edenler, insan olun ya söylediğiniz gibi yaşayın, ya da kişiliksizliğinizi aldatıcı sözlerle gölgelemeyin. İnsanlık tarih boyunca yeterince zehirlendi salyalarınızın mikrobundan.
Kapitalizmin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan yoksulluk sorunu, daha öncede farklı seviyelerde”az ya da çok” yaşanmıştır. Sınıf farklılıklarının üstü örtülemez biçimde açığa çıktığı dönemlerde ekonomik olanakları tekellerine almış olan egemenler, halktan çalarak gasp ettikleri imkanlarını kaybetmeme adına her türlü dini, siyasi, iktisadi söylem ve stratejiler kullanırlar, bunlar yeterliliğini yitirirse askeri zorbalığa başvurmaktan da geri durmazlar. İşte bu çeşitli strateji ve ayak oyunlarının en indirici darbesini onlardan görünerek mazlumları egemenlerin tasallutuna mahkum eden münafıklar oluşturur. Halklar kurtuluş umutlarını, ağzı iyi laf yapan, siyasi ve sosyolojik yeterliğini kazanmış, aslen egemenlere hizmet ederken, görünüşte ezilen garibanların safında olma idaasını ortaya koyanlara bağlarlar. Bu umut tacirliği halkların olası devrimci mücadele ihtimallerinin önüne sağlam bir set olarak kurulur. İlahi tabirler, paylaşma ve adalet kavramları bu ihanetler sonucunda anlamsızlaştırılır ve kurtuluş, eşitlik umutları onlarca yıl öteye ittirilerek zulme nefes aldırır.
Bizler şunu çok iyi anlamalıyız ki! Halkların kurtuluşu, onlara çobanlık iddiasıyla ortaya çıkan şereften ve insanlıktan yoksun işbirlikçi münafıkların eliyle asla gerçekleşemez. İnsanlık tarihinin ilk ihanetini ortaya koyarak bencillik, zulüm ve haksızlıkta çığır açan Kabil’in günümüzdeki versiyonunu üç boyutlu özelliğiyle neredeyse Fiavunlara ve Karunlara parmak ısırtan Recep Tayyip Erdoğan yansıtmaktadır. Nitekim geçmişte ancak üçlü ittifaklarla sergilenebilen ihanet senaryosunu tek başına hem yazıp hemde sahnelemektedir. Halkı aldatmanın en önemli üç silahı olan dini, iktisadi ve iktidar gücünü tek başına bünyesinde barındırmaktadır. Mazlumdan yana görünme adına Bel’am din adamlığını İsrail’e “one minute” diyerek ortaya koymuş, Çamlıca’da sahip olduğu trilyonluk villaları, oğlunun gemisi ve ailesi vasıtasıyla ortağı olduğu şirketleri Karun’un”iktisadi güç” varisi oluşunu, ezilen mazlum halka, işçilere ve garibanlara gösterdiği acımasız ve canavarca tavırsa firavun’i yönünü göstermektedir.
Kurtuluş ancak mazlum halkların sorunlarıyla hemhal olan, yaşam standartlarını egemen sınıflara göre değil, mazlum halkın düzeyine göre düzenleyerek onlardan biri haline gelen şerefli, onurlu ve paylaşımcı kimselerin mücadeleleriyle gerçekleşebilir. Hiçbir peygamber yaşadığı toplumda aç yatan biri varken tok sabahlamamıştır, bu böyleyken açların sayısını bile hesaplayamadığımız günümüz toplumunda refah içerisinde, lüks evleri ve otomobilleriyle ahkam kesenlere itibar etmek kesinlikle akıl dışıdır. Bu söylemleri dile getirenlerin samimiyetlerini pratik hayatta ortaya koymaları ve mazlumların safına geçmeleri gerekir. Onlar, ezilen mustazafların safına geçmekten imtina ediyorlarsa, mustazafların onlara asla itibar etmemeleri ve benim yaşadıklarımı yaşamayanlar benim sözcülüğümü yapmaya kalkmasın diyerek gereken cevabı vermeleri gerekir.
Bu topraklarda yıllardır emperyalizm ve kapitalizm hüküm sürmektedir. Yakın tarihimizde din adına adil düzen diyerek ortaya çıkanlar, adalet adına hiçbirşey yapmadılar, onların evlatları olan -Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül- ve benzeri dünyaperest emperyalist uşakları halen bu zülmü sürdürmektedir. Cumhuriyet sonrası birtakım din adamları kullanılarak suspanse edilmeye çalışılan halk siyasetten uzak durmayı, etliye sütlüye karışmamayı ilke edinir hale getirilmiştir. Onlarca yıl sonrasında halkı bu şekilde daha fazla uyutamayacağını anlayan işbirlikçi sistem siyasetten uzak tatamayacağını anladığı halka Milli Görüş alternatifini sunarak onları yeniden suspanse etmeyi başarmıştır.
Yeniden umutluyuz, kapitalizmin en son AKP eliyle zerk ettiği uyutma, sindirme ve aldatma aşısının etkileri kaybolup zihinlerimiz netleşmeye başladı. Şimdi yeni bir operasyon yaşamamak, onlarca yıllık uykulara dalmamak için, uyanık olmalıyız ve umutlarımızı, sıkıntılarımızı dillendiren ama bizden olmayan satılık işbirlikçilerin ellerine bakmamalıyız. Bizler bir araya gelmeli tüm yapay ayrıştırmalardan (ırk, mezhep, cinsiyet, din..vb.) sıyrılarak zulme, haksızlıklara ve sömürüye karşı onurlu bir mücadele gösterip emperyalizmin oyunlarına artık bir son vermeliyiz. Adalet devletini ortaya çıkarmalı, eşitliğin, kardeşliğin yaşanacağı sınıfsız “tevhidi”toplumu inşa etmeliyiz.

Değişimin omurgası: Paylaşmak

Muhammed Nur DENEK
Sen hastasın küçük adam, çok hasta bu senin
suçun değil; ama hastalıktan kurtulmak senin
sorumluluğun, eğer seni ezenlere rıza göstermeseydin
ve sık sık ezenleri desteklemeseydin onları çoktan
alaşağı ederdin…
-Wilhelm reich-

Onlarca hatta yüzlerce yıldır, insanlığın kayıp mirası olan sosyalist islam anlayışı yeniden gündemimizde. Temel değerlerini sosyal adalet, eşitlik ve paylaşmanın oluşturduğu islam dini; Peygamber sonrası ortaya konan ihanetlerle bu değerlerinden mahrum bırakılarak -ki bu değerler dinin özünü oluşturur- saltanatın ve zulmün afyonu olarak tüketilmiş ve sınıflı toplumları onayan bir olgu şeklinde algılanır hale getirilmiştir. İnsanlığı maddeye ve adaletsizliğe bağımlı hale getiren ihanetlerin en büyüğü tarih boyunca bu uğurda dinlerin, dini anlayışların, taarruza uğratılarak sosyal adalet kavramından soyutlanması olmuştur. Üstelik bununla da yetinilmeyerek sosyal adalet ve paylaşıma dayalı komünal (toplumsal) yaşam tarzı, eşitlik anlayışı, mülkiyet karşıtlığı dinsizlikle (ateizmle) özdeş görüntüsü verilerek önü alınmaya çalışılmıştır. İlahi adalet dini olan Muhammed’in, Ali’nin, Ebuzer’in, Hüseyin’in paylaşmaya dayalı kardeşlik dini, Osman’ın, Muaviye’nin, Yez-it’lerin bencil, çıkarcı-kapitalist-paylaşmak yerine biriktirmeyi esas alan sahte dinleri tarafından saldırıya uğrayarak kuşatılmıştır.
İlahi dinlerin tümü komünal yaşam biçimini, mülk edinmemeyi, paylaşmayı, vermeyi-takva’yı, züht’ü- insanın özüne dönüşünün mutlak gereği olarak açıklarken, kapitalist anlayış bunu tersinden tezgahlayarak tekamülü bireysel mülkiyet, kalkınma ve ekonomik gelişim şeklinde ifade etmiştir. Oysa ki bireysel mülkiyetin, meşru kılınarak özendirilmesi tekamülü değil bilakis insanın bencillik ve acımasızlığını ortaya çıkararak, tekamülü imkansızlaştırmakla kalmamış, yaşamayı dahi olanaksız kılmıştır.
Bu haliyle maddeye tapar hale getirilen insanlık, dinin tekamülü öngördüğü düşüncesini de kullanarak dinle ya da dinsizlikle metalaştırılmış ve maddeden bağımsız, maddenin yöneticisi ve idarecisi olma özelliğinden arındırılmış, tekamül-öze dönüş- imkansızlaştırılmıştır. Bu süreç insanın kendine dahi yabancılaşmasına, varlığını ancak maddi karşılığı olan değerler nispetinde anlamasına sebep olmuştur. Asıl değer olan, olması gereken “insan” artık eşyanın kölesi, paranın kulu haline getirilmiştir. Bu içsel istilanın sonucunda insan aslında kendi olmayan ama kendisi sandığı değerlerle yaşamaya başlamaktadır. Şeriati’nin ifadesiyle “Fakat bilim, cin -insanı esir alan dış etkenler- in bu işte suçsuz olduğunu duyurup uzun geçmişi bulunan bu suçlamadan onu aklamakla birlikte, onun yerine, cinin yaptığını yapan, insana hulul edip onun gerçek ve yaradılışsal kişiliğini yok edip ve insanın gövdesinde insan özünün yerini alan başka etkenler keşfetmiştir. Bu insanımsı –ki şimdi bir insan kalıbıdır- artık kendisini duymaz, hatta her şeyi o kendisi olmayana– ki ona hulul etmiştir- nispet eder ve onu kendisi, kendisini ise o algılar; sonuçta bozulmuş, öz’süz –kişiliksiz- bir insan olup çıkar.” (şeriati-islam bilim- ss-193)
Tüm zamanlarda maddeye bağımlı kılınarak asıl benliklerinden uzaklaşan toplumlara, ilahi uyarı ve desteklerle yeniden insan olma özellikleri hatırlatılmıştır. Vahyin ve nübüvvetin gereğini de zaten bu yabancılaşma ortaya çıkarmıştır. İnsanlar eşyanın tahakkümüyle yaşamaya başlayınca; ya toplumlar üzerine rab’lik iddiasıyla ya da bu iddia sahibi egemenlere kul, köle olma durumuyla baş başa bırakılmıştır. Nitekim her toplumun egemenleri, gasp yoluyla sahip oldukları olanaklarıyla o toplumun mazlumları üzerinde sulta kurmuşlardır. Tarihi süreç içerisinde kimi zaman efendi, kimi zaman firavun, kral, padişah, sultan, halife günümüzde işveren, patron, başkan, vb. isimlerle adlandırılmıştır. Dünün köleleri ise günümüzde işçi, memur, çifçi, hizmetçi şeklinde isimlendirilmektedir.
Paraya ve mülke dayalı bu tür ayrımların toplumları esir aldığı ve felce uğrattığı dönemlerde insanlığı yeniden özüne döndürme mücadelesi gösteren uyarıcıların mesajları çok geçmeden yeniden imha edilmiştir. İnsanlığın tarihiyle beraber başlayan bu mücadele Adem’den günümüze dek sürmüştür; sürmektedir.
Musa peygamber, büyüdüğü sarayın dışına çıkıp kölelerle birleşerek saraya ve onun otoritesine isyan ederek başkaldırmıştır. Ezilen ve mahrum bırakılan yığınları öz benliklerine kavuşturarak, birer şahsiyet olduklarının farkındalığını sağlamıştır. Bu farkındalık, ezilen ve öz benliklerinden uzaklaştırılarak köleleştirilmiş insanlara varoluşlarının temel hedefini oluşturan özgürlüklerinin engellendiği gerçeğini farkettirmiştir. Özgürlüğün ve insanca yaşamın önemini farkeden insanlar, bu haklarını kazanma adına firavuna ve ordusuna isyan ederek egemenlerin düzenlerini yıkan bir başkaldırı gerçekleştirmişlerdir.
Yüzlerce yıl sindirilerek, asimilasyona uğratılan bu insanlar sonunda benliklerini çalan içlerindeki yabancıyı def etmiş ve özgürleşerek kendilerine görünmez parmaklıklarla zindanlar oluşturan dış faktörlere karşı ayaklanmışlardır.
Yusuf peygamber, iktidarın tüm gücünü ve olanaklarını ezilen mazlum halkların hizmetine sunmuş, egemenlerin ve din adına halkı sömüren ruhbanların zulme dayalı sistemlerini alaşağı etmiştir.
Hz. Muhammed Mekkeli paraperest müşriklerin tüm imkan ve olanakları önüne sürmesini asla dikkate almayarak özgürleşmeyi, halkı özgürleştirmeyi, sınıfsal farklılıkları ortadan kaldırıp tevhide dayalı sınıfsız eşit toplumu oluşturmayı şiar edinmiştir. Halkın ezilenleri, mazlum bırakılanları ve köleleştirilenleriyle bir araya gelerek,Medine selamet ve huzur diyarını kurmuştur.
Özgürleşerek insani vasıflarıyla yeniden yüzleşen ve tevhidi (sınıfsız) toplumu inşa eden devrimciler, Mekke’nin putperest (ki onların en büyük putları servetleri idi) zalimlerini ve bu zulümlerini destekleyen kahrolası düzenlerini yerle bir etmişlerdir. Zulmün hakim olduğu tüm dönemlerde tevhide (sınıfsız ve adil topluma) iman ederek özgürleşen, özbenliğine kavuşan insanlar, bu zulüm ve haksızlıklara tepkisiz kalarak onlardan biri gibi sömürü sisteminde yaşayamaz, mutlaka itiraz eder -tevhide olan imanı itirazını kaçınılmaz kılar-. Ve tarih boyunca da imanında samimi olan, tevhidi aziz bilen her fert bu itirazı gerçekleştirmiştir. Nitekim peygamber sonrası adalet devrimini şehvet ve saltanat peşine düşerek yok eden hainlerin zulüm sistemleri sürekli şerefli devrimcilerin itirazlarlarıyla sarsılmıştır. Emevi, Abbasi...lerden günümüze dek tüm zulüm devletlerine karşı gerçekleştirilen bu itirazlar sonuç verecek, zulüm odakları sarsıntılara dayanamayarak yıkılacak ve Adalet devleti yeniden hakim olacaktır.
Günümüz dünyası, kapitalizmin tüm insanlığı felç eden acımasızlığıyla cehenneme dönüştürülmüştür. Böylesine ekonomik zulümlerle dumura uğratılan dünya toplumlarının ihtiyacı, hali vakti yerinde, durumundan memnun herhangi bir itirazı olmayan kimselerin indirgemecilik olarak algılamalarına rağmen PAYLAŞMAK ve kardeşliği yaygınlaştırmaktır. Ruhumuzda yerleştirilen virüslerden arınarak özbenliğimize dönmemiz -paraya ve güce kul olmaktan kurtulmamız- ve gerçek kardeşlik bağları oluşturarak -ki bu paylaşmakla olur-özgürleşeceğimiz medinelerimizi kurmalı ve bu şekilde –ya da yapılarda- toplumsal zincirlerimizi kıracak güce ulaşmalıyız.
Basit ve önemsiz sanabileceğimiz -ki bu içimizdeki istilayı gerçekleştirenlerin sesidir-paylaşma olgusu, başlı başına devrimin, değişimin ve adaletin omurgasıdır. Omurgamızın paramparça oluşunu görmezlikten gelmek ise ancak esir alınmış bir ruh, aldatılmış bir mustazaflık halinin, ya da art niyetli çıkarcı bir kişiliğin tezahürü olabilir.

22 Mart 2010 Pazartesi

Ezilenler Birleşin-Muhammed Nur DENEK

Karanlıklar, haksızlıklar ve eşitsizliklerle dolu bir dünyada tek hedefi yeniden adaletin, paylaşmanın ve kardeşliğin tesisine dayalı olan bir müdahale ancak ve ancak kölelerin özgürleştirilmesine, mazlumların kurtarılmasına dayalı olabilir.

Böylesi bir müdahale ezilen sınıfların sahipleneceği bir çağrıdır, öylede olmuştur. Nitekim haksızlıklar, eşitsizlikler ve yoksulluğun artması, bencil ve çıkarcı kişilerin zulümleri sonucu oluşmuştur. Bu çıkarcı dünyaperestler, bencillikleri sonucunda tüm toplumun olan tabiat zenginliklerini ve ortak değerlerini çalmışlar, özel mülkleri haline getirmişlerdir. Ezilen emekçi sınıfın ürettiği değerlere el koyarak sermaye sahibi olmaları sonucunda adaletsizlikleri yaygınlaştırmışlardır.

Kur’an, yoksul ve ezilen sınıfların feryadını, isyanını, acısını dillendirerek, onları zalim bezirganların zulmünden kurtarma adına insanlığa sunulan ilahi kurtuluş kitabıdır. Nitekim Hz.Muhammed’in çağrısına destek olanlar da dönemin zulme uğrayan, köleleştirilen, yaşam imkan ve olanakları ellerinden alınan yoksulları olmuştur. Önceki rasullerin taabileri de zamanlarının mazlumlarıdır.

Servetin (yeryüzü zenginliklerinin, üretim araçlarının) tekelleştirilmesi sonucunda hayatın yaşanmaz hale gelip cehenneme döndüğü dönemler; mazlumların, ezilen halkların başkaldırmaları sonucunda yeniden yaşanılabilir kılınmıştır. Bu devrimci mücadelelerin temelini oluşturan en önemli etken ise mazlumların birleşmesi ve zulme karşı yekvücut olarak direniş göstermeleri olmuştur.


Yoksulların kurtuluş reçetesi olan Kur’an, zulüm ve haksızlıkları sona erdirmenin yolunun, birleşmekten ve dayanışma içerisine girerek, müstekbirlerin iktidarına karşı mücadele etmekten geçtiğini bildirir. Yeryüzünün tüm mustazafları ,yoksulları “ kadınıyla, erkeğiyle, işçisiyle, işsiziyle, Kürdüyle, Türküyle, Alevisiyle, Sunnisiyle vb.” el ele vererek ortak iyinin iktidarını ortaya koyma mücadelesi vermelidir. Nitekim halkı ezen zalimler, dinsel ırksal vb. her tür ayrışmayı kendi içlerinde hiçe sayarak zulüm iktidarlarını ayakta tutma gayretindedirler. Bazen anti emperyalist, halkçı, ya da Müslümanım diye geçinen iktidarlar, egemen sınıfın çıkarları sözkonusu olunca hiç çekinmeden İsrail, Amerika ve benzeri şer odaklarıyla hemen masaya otururlar. Birtakım yapay ayrıştırmaları ayakta tutma gayretleriyse halkı birbirinden uzaklaştırma ve ortak sorunlarında biraraya gelmelerini engelleme amaçlıdır. Biz ezilenler birbirimize düşerken, onlar bizim sırtımıza basarak yükseldikleri makamlarında kadeh tokuştururlar, asla birbirimizi sevmemizi ve dayanışmamızı istemezler.

Nitekim biz mazlumlar dayanışma içinde olursak onlar bizleri köleleştiremez ve emeklerimizi çalamazlar. Ulusal ilişkilerinde bile halklarını hiçe sayarlar, savaşlarda her iki cephenin de garibanları, emekçileri ve yoksul çocukları ölür, onlar saraylarını cesetlerimizin üzerine inşa ederler. Sonra da o saraylarda ahkam kesmeye, hırsızlığa ve sömürüye devam ederler. Hem de savaşlarda cephelere sürdükleri garibanların emeklerini düşman diye sunduklarına peşkeş çekerek. “Kafirler birbirleriyle dayanışma içine giriyorlar, Eğer sizde dayanışma ve dostluk içine girmezseniz, Yeryüzünde baskı ve zorbalık artar, büyük zulümler olur.”(Enfal-73)


“Sizden erdeme çağıran, ortak iyiyi emreden ve kötülüklerle mücadele eden bir topluluk bulunsun, işte kurtuluşa erenler bunlardır” (Al-i imran-104)


“Bir zorbalıkla karşılaştıklarında yekvücut olup kendilerini savunurlar” (Şura-39)


“Ey iman edenler hep birlikte güçlüklere göğüs gerin ve bunda düşmanlarınızı geçin, daima uyanık ve tetikte olun, Allah bilinciyle yaşayın! Kurtuluşun yolu budur” (Al-i imran 200)

“İnanmış erkekler, inanmış kadınlar birbirlerinin dost ve yaranıdırlar. Ortak iyiyi emrederler, kötülüğü ve zulmü engellerler” (Tevbe-71)


Küfür, zulüm ve haksızlığın kaynağı vahşi kapitalizm’dir. Kapitalizm; çalınarak, emek hırsızlığı ile biriktirilen sermayenin (ki başka şekilde asla sermaye birikmez) imparatorluğu, paranın tanrılaştırılmasıdır, kapitalist putperestlerin ilahları sermaye, ibadetleri ise kapitalist ekonomi düzenlerini ayakta tutabilme adına insanları köleleştirmektir. Toplumları sınıflara ayırıp emeklerini çalarak sermaye yığma peşine düşen tefeci bezirganlar zamanın Firavunlarıdır. “Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve oranın halkını bir takım sınıflara ayırıp bölmüştü...” (Kasas-4)


Halkı; sağcı, solcu, Türk, Kürt, dinli, dinsiz, vb. ifadelerle ayırarak parçalayan ve bundan çıkar sağlayanlar, elleriyle yapıp biriktirdikleri paralara, zenginliklere, sermayeye (riba’ya) tapan müşriklerdir. Bu zulüm ve adaletsizliklerin odağı olan Emperyalizmin uşağı dikta rejimleri ortadan kaldırarak adaleti hakim kılmaksa ortak iyinin devrimci vazifesidir.


“Bundan sonra (ortak iyiye) iman edecek, hicret edecek ve sizinle beraber mücadele edecek herkes sizdendir. Bu şekilde sevgi ve merhamet yumağı haline gelenler! Artık Allah’ın kitabında birbirlerinin can yoldaşlarıdır! Allah her şeyi biliyor bundan hiç şüpheniz olmasın.” (Enfal-75)

Küresel hegomonyaya karşı hep birlikte direnişe... Muhammed Nur DENEK

Habil ve Kabil, tarihin başlangıcından bu yana süre gelen savaşın adı. Habil kanadı, güçten düşürülmüş mahküm kanattır; yani insan toplumlarına egemen mülkiyet düzeni olan Kabil şirk düzeninin esiri ve tarihin öldürülmüş kesimi durumundaki halktır. Bu savaş, Kabil’in bayrağının nesilden nesile egemen sınıfların ve Habil’in kanının diyet ve çağrısının da nesilden nesile mirasçılarının -adalet, özgürlük ve gerçek iman yolunda savaşım veren mahküm halkın- eline geçtiği tarihin bitmeyen savaşıdır. Bu savaş, bütün dönemlerde, her çağda bir başka biçimde sürüp gitmektedir. Tarih boyunca Habil kanadı olan ezilenler (mustazaflar), Kabili düzen tarafından sürekli olarak hor görülmüş ve insanca yaşamdan mahrum kılınarak köleleştirilmeye çalışılmışlardır...

Ülkemizde kaç zamandır yaşanan baskı ve tahakkümler bir kez daha Kabili düzenin hayat ve insan adına olan her şeyi kendi egemenliğinin bir nesnesi haline dönüştürme eğilimini göstermiştir. Yeryüzü, toprak, doğa, emek, insanların kendileri, zaman, ama her şeyi nesneleştirerek görselliğe dayalı acımasız tüketimin bir parçası haline getiren ezenler (müstekbirler), için yegane ölçü para ve amaç kar iken, kalkınma ve ilerleme ise vazgeçilmez büyülü kelimeleridir. Vicdan ve yüreğini yitirmiş modern bir akılla hayata ve olaylara bakan ezenler için değerli olan daha fazlasına sahip olmaktır —daima daha fazlasına hatta ezilenlerin daha azına sahip olması veya hiçbir şeysiz kalması pahasına. Onlar için hayat sahip olmak ve Sahipler Sınıfı olmaktır...

Kabili sistemin işte bu anlamda küresel olarak tüm dünyayı kuşattığı ve esir almaya uğraştığı bu günlerde nicedir; ülkemizin dört bir yanında direnişler sürmekte. Tekel işçileri Ankara’nın soğuk ve karlı günlerinde meydanlarda 4/C’li olmamak için direniyor. Esenyurt, Marmaray, Kent A.Ş, Sinter... işçileri direniyor...

Kürt halkı asimilasyona karşı direniyor. İmam Hatipli ve Meslek Liseli öğrenciler eşit haklar için direniyor. Başörtülü öğrenciler inançları uğruna direniyor ve biz dile getirmek isteriz ki; tüm bu yasaklar, baskılar ve adaletsizlikler aynı Kabili kanadın, sistemin insafsızlıkları ve acımasızlıklarıdır. Habili kanat ise soğuğa, gözaltına, copa ve gaz bombalarına aldırış etmeden emekçilerin, halkların ve ezilenlerin kardeşliği ile direniyor...

3 milyon 270 bin işsiz, 3 milyon insanın asgari ücrete mahküm tutulduğu ve fakirlik sınırının 2,300 lira olarak belirlendiği ülkemizde neoliberal politikalara eklemlenerek ilerlemeci-kalkınmacı ekonomik paradigmaların hastalığına tutulan hükümetin bu vahşi ekonomik politikalarına direnen işçiler salt kendileri için değil ülkemizde mahküm edilmiş ya da edilmesi düşünülen herkes ama herkes için direnmektedir... Zira bu direniş, sırada bekleyen emekçilerin, geleceğin işsizleri ya da asgari ücret kölesi haline getirilecek biz öğrencilerin, gençlerin ve tüketime, acımasız kar hırsının basit bir nesnesi haline getirilmesi düşünülen her şeyin, herkesin direnişidir...

Mevcut AKP hükümeti, direnişin kendisi için büyük bir tehlike olduğunun farkında olarak bu direnişi lekelemekten geri durmamıştır öyle ki; yan gelip yattığını iddia ettiği emekçileri yetim hakkı yemekle suçlamış, darbecilerin kuyusuna su taşımakla itham etmiş ve kendince milliyetçi bir dalga yaratarak direnişi durdurmaya çalışmıştır ama hayır ülkenin dört bir yanından gelen emekçiler onlara kardeşlik ve dayanışmanın nasıl olduğunu göstermişlerdir...
Tekel işçisinin yanında görünme çabası içerisinde olan CHP’nin gerçek yüzü İzmir’de, MHP’nin gerçek yüzü Kürt halkına yönelik tavrında, kimi sendikaların gerçek yüzü ise perde arkasında yürüttükleri dalaverelerde apaçık ortada iken biz Özgür Açılım Öğrenci Platformu olarak her insanın ama her insanın insanca yaşadığı bir dünyanın arzu ve hayaliyle dile getirmek isteriz ki; ezilenlerin kurtuluşu ancak ve ancak ezilenlerin dayanışması ve kardeşliğiyle mümkündür... Ve tarih elbet bir gün Habili kanadın Kabili düzeni devirdiği güne de şahit olacaktır. “Yeryüzünde çaresizlik ve güçsüzlüğe düşürülmüş kimseleri insanların önderleri ve yeryüzünün varisleri kılmak istedik” (Kasas Suresi/ 5 )

Özgür Açılım Öğrenci Platformu
Üniversitelerde Eylemli Hakikat!
www.ozguracilim.net
editorozguraci1im. net