21 Şubat 2011 Pazartesi

İslam’ı Anlama Metodolojisi -1-

Hiç şüphesiz tevhit bir ideoloji, şirk ayrı bir ideolojidir.

Tarihsel bağlamda ideolojilerin çatışma merkezi iki kutbun uyumsuzluğundan kaynaklanmaktadır. Bu kutupların tarifi tarihselliklerinden kaynaklı, farklı adlandırmalarla anılmaktadır. Ancak temelde ayrım noktasını oluşturan etken bugünün en anlaşılabilir tabiriyle sınıflı ya da sınıfsız toplum olgusuna dayanmaktadır. Yani var olagelmiş ideolojik mücadeleler kendini üçüncü ve farklı bir merkezle tanımlasa da gerçekliği mutlaka onu bu iki merkezden biriyle var edecektir.

İdeolojik tanımlamalarla kendini var eden felsefe, fikir, mücadele akımlarına ilişkin bu tespiti yazının devamında sürecini inceleyeceğimiz bir şekilde burada bırakalım.

Gelelim din olgusuna; tarihe din olgusunu merkeze alarak bakacak olursak ideolojik tespitimizden çokta farklı olmayan iki zıt merkezle karşılaşırız. Tek tanrılı (eşitlikçi-İbrahim’i), çok tanrılı (şirk dinleri) dinler. Din ve ideoloji olgularının bu derece farklı görünmelerine karşın var olan benzeşme oldukça ilgi çekici…

Dinsel tanım - ideolojik tanım

Tek tanrı (Tevhid) - tek sınıf olan toplum (sınıfsız)
Çok tanrı (Şirk) - bir çok sınıftan oluşan toplum (sınıflı)

Dikkat edilirse tek tanrılı olanlarda, çok tanrılı olanlarda kendini din olarak tanımlarken, sınıflı toplumu ya da sınıfsız toplumu merkeze alan akımlarda aynı biçimde ideoloji olarak tanımlanmaktadır. Bu tespitlerle gelmeye ve dikkat çekmeye çalıştığımız mesele asıl gerçekçi ve hayatta karşılığı olan ayrımın din ya da ideoloji ayrımı değil iki olgununda kendi aralarında çatışma yaşadıkları teklik(eşitlik) ya da çokluk(eşitsizlik) ayrımı olmasının gerekliliğidir.

Dinsel tanımlamalar ile ifade bulan akımların tarihsel sürecini inceleme işini de sonraya bırakarak, şu ana dek ortaya koyduğumuz tespitlerin, bu tespitleri ortaya koyarken kullandığımız kavramların incelemesine geçelim.

Öncelikle kavramların anlaşılması için kullanılan terimlerin anlamlarını inceleyelim.

İdeoloji:

Genel olarak siyasi ya da toplumsal bir öğreti meydana getiren ve siyasi ve toplumsal eylemi yönlendiren düşünce, inanç ve görüşler sistemi; bir topluma, bir döneme ya da toplumsal bir sınıfa özgü inançlar bütünü; bir toplumsal durumu yansıtan düşünceler dizgesi. İnsanların kendi varoluş koşulları ve ilişkilerinden doğan yaşam tarzlarıyla ilgili tasarımların tümü.

Din:

“Din” kavramı; “d-y-n” kökünden türeyen bir isimdir. Arap dilinde çok geniş bir anlamı vardır. Aynı zamanda bu kelime zıt anlamlı kelimelerdendir. Sözlükte “cezâ/mükafat, âdet/durum, itaat/isyân, hesap, zül, inkıyad, hüküm/kaza, galebe, kahr, isti’lâ, mülk, ferman, tevhît, ibâdet, millet, şeriat, vera’, takva, hizmet, ihsan, ikrah” gibi anlamlara gelir.


Din kelimesi ve türevleri Kur’ân’da 95 defa geçmiş ve; “din”, “dinu’l-hak” (hak din), “dinü’llah” (Allah’ın dini), “dinü’l-kayyîm” ve “dini kıyem” (doğru din), “dinü’l-hâlis” (halis din), “dinü’l-melik” (hükümdarların kanunu), ve “yevmü’d-din” (din-hesap günü) şeklinde yalın ve terkip olarak; ceza (sevap ve ikap) (Fâtiha, 1/4), hüküm, kanun (Yûsuf, 12/76), tevhit (A’râf, 7/29), din edinmek (Tevbe, 9/29), itaat (Nahl, 16/52), hesap, sayı (Tevbe, 9/36), şirk dini, ehl-i kitap dini, hak din, batıl din gibi meşhur manasıyla din (Kâfirûn, 109/6; Nisâ, 4/171-172; Âl-i İmrân, 3/19) anlamlarında kullanılmıştır.

Tevhid:

Sözlükte birkaç şeyi bir araya getirme, birleştirme birliğine inanma, bir sayma, bir olarak bakma, bir şeyin tek olduğuna hükmetmek ve onun böyle olduğunu bilmek anlamına gelir.

Şirk:

Sözlükte “bir şeyi ortak yapmak, birden fazla kişiye tahsis etmek, bölmek, parçalamak anlamlarına gelir.

Sınıf:

Sınıf sözcüğü Fransızcaya 14. yy, İngilizceye 16yy. ’da girer. Her ikisi de Latince classıs sözcüğünden gelir ve classıs sözcüğü yurttaşları, servete göre ayıran çeşitli kategorileri belirtir. 18yy. sonlarından itibaren İngiltere’de daha sonra da 19yy. ’da diğer Avrupa ülkelerinde sınıf sözcüğü farklı bir anlama bürünür. Toplumsal ayrım ve ilişkileri farklı düşünmenin bir şekli olur. Sosyolojik ve siyasal düşüncenin önemli bir kavramı haline gelen modern toplumsal sınıf kavramının tarihi böylece başlar. Bu anlamda sınıf; tarihsel olarak belirlenmiş bir üretim düzeni içindeki konumlarına ve üretim araçlarıyla olan ilişkilerine, toplumsal rollerine ve toplumsal gelirden aldıkları payın büyüklüğüne göre birbirinden ayrılan geniş insan gruplarıdır.

Sınıflı toplum:

Halkın farklı imkan ve olanaklara sahip olması sonucu oluşan, çeşitli katmanları olan toplumsal model. Ekonomik alanda, zengin, fakir; siyasi alanda yöneten, yönetilen, eşitliğin yerine efendileşmenin ya da köleleşmenin uygulandığı toplumsal model.

Sınıfsız toplum:

Halkların eşit imkan ve olanaklara sahip olarak yaşadıkları toplumsal model. Efendi, köle; zengin, fakir; işçi, patron; yöneten , yönetilen vb. ayrımların olmadığı toplum biçimi.

Kavramlardan da anlaşılacağı gibi esasta birebir benzer anlamlar taşıyan (yaşayan hayatı biçimlendirmeye dayalı) kelimelerin böylesine ayrıştırma malzemesi haline gelişinin bir sebebi ve bu sebebin dayandığı insanlığı parçalamaya dönük büyük bir proje olmalı.

Tüm toplumlar, yapılacak genel bir sınıflandırmada tarih boyunca iki sınıf olarak ayrılmışlardır. Bu tarihsel sosyolojik bir realitedir. Bu realiteye göre iki sınıfa ayrılan toplumları egemenler ve ezilenler olarak tanımlayabiliriz.

Egemenler; üst sınıf, maddi imkanları eline geçirmiş olanlar, siyasi otoriteyi oluşturanlar, kısaca maddi ve manevi olanakları ellerinde tutanlar.

Ezilenler; alt sınıf, maddi imkanlardan yoksun bırakılanlar, toplumda hiçbir söz hakkı olmayanlar, çaresizler, kısaca maddi ve manevi tüm olanaklardan mahrum bırakılanlar.

Yani iki sınıfın birini; hiçbir emek sarf etmeden, çalışanları sömürenler, diğerini; emek harcamalarına rağmen açlık ve yoksulluk çekenler sınıfı oluşturur.

Insanlık tarihi boyunca yeryüzünde olagelmiş doğunun ve batının tüm dinlerini, bu dinlerin önderlerini ve onların toplumsal sınıflarla ve kendi sınıfları ile olan ilişkilerini incelediğimizde son derece önemli sonuçlara ulaşırız. Dinî öğretilerin önderlerinden bazıları, toplumda nüfuz sahibi sınıflara, bazıları ise açlık ve sıkıntı çeken ezilen sınıfa mensuptur. Bu dini öğretilerin hitap ettiği kesimler ve yöntemlerde genel itibarı ile iki çeşittir. Bazıları ezilen mahrum sınıfların haklarını kazanmalarının mücadelesini verirken, bir kısmı toplumları baskı altına alan egemen sınıfların olanaklarını koruma özelliği taşır. Buradan yola çıkarak din kavramını yeniden irdelediğimizde tek boyutlu değil bu kavramında aynen toplumsal relitede olduğu gibi iki boyutlu olduğu gerçeğine ulaşırız.

Din; ne bir takım kimselerin iddia ettiği gibi başlı başlına insanların uyanışına, nede birilerinin ifadesiyle afyonlanmasına sebep değildir. Bu iki boyut aynı anda din kavramının tanımı için mümkündür. Birini onayıp diğerini yok saymak bir bakıma din teriminin tarihsel sürecini yok saymak anlamına gelir. Çünkü din tek değil iki boyutludur. Bunun biri İbrahim’i dinler dediğimiz tek tanrılı Tevhid dini, diğeri ise bunların dışında kalan çok tanrılı şirk dinleridir. Birincisi için halkın kurtuluşunu sağlayacak eşitlik ve özgürlük tanımı yerindeyken, ikincisi için halkları bölen, eşitsizliğe mahkum eden afyon tanımı uygundur. Bu tanım benzeri biçimde birçok ideolojininde kendi içindeki farklılaşmaların görünmezden gelinemeyeceği gerçeğini açığa çıkarır.

Genel olarak din üst başlığını merkeze alıp tevhid ve şirk dinleri ( tek tanrılı ya da çok tanrılı dinler) olarak sınıflandırmanın günümüz açısından çokta yeterli olmayacağı açıktır. Nitekim bu anlamda geleneksel tanım tek tanrılı dinleri; Yahudilik, Hristiyanlık, Müslümanlık çok tanrılı dinleri ise taoizm, brahmanizm, hinduizm, şamanizm vb. biçiminde tanımlayarak anlamsızlaştırmıştır. Bu tanımın kaynağı egemenler olmuş ve egemenliklerine muhalefet etmesi muhtemel her fikri, dini, ideolojik tanımı mahkum ederken, egemenliklerini güçlendirecek her fikri, dini, ideolojik tanımı kutsallaştırmıştır. Bu kutsallaştırma dinlerin özüne bağlı kalınarak mümkün olmayacağından dolayı da dönüştürerek ve tahrif ederek bunu yapmışlardır. Dolayısıyla tüm dinsel tanımlamaların kendi içerisinde de var olagelen farklılaşma dikkate alınarak incelenmelidir.

Tarih boyu süregelen bu dinsel-ideolojik olguların tamamını burada ele almak pek mümkün değil. Bundan dolayı; kısaca tevhid peygamberlerini, devrimci önderleri ve günümüzde de varlığını yoğun biçimde sürdüren Yahudilik, Hristiyanlık dinlerini, ardından toplumumuzun büyük çoğunluğunun da mensup olduğu İslam dinini, bu dinlerin nasıl mezheplere ayrıldığını bu ayrılışların temelinde yatan ana unsurları, biri varken diğerine neden ihtiyaç duyulduğu, diğer taraftan; sosyalizm, kapitalizm, anarşizm vb ideolojilerin de dinlere benzer biçimde kendi içlerinde var olagelen ayrışmalarını dikkate almak gerekiyor.

devam edecek.....

6 Şubat 2011 Pazar

Direniş Mekanizması: DAYANIŞMA

“Mü’minler; birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini görüp gözetmekte tek vücut gibidirler. O vücudun bir organı rahatsız olunca, öteki organların tamamı uykusuzluk ve derin bir rahatsızlık hisseder, hasta organın ızdırabına ortak olurlar.” (Buhari, Edeb, 27)

Hasta olma endişesi taşıyan bir insan tüm hesaplarını hasta olmamak üzerine yapar. İş ilişkilerini, ekonomik durumunu, sosyal ilişkilerini bu düzlemde imar eder. Aç kalma endişesi taşıyan, sokakta kalma, saldırıya uğrama vb. endişeler de, insanın sosyal duruşunda belirleyici rol oynar. Fabrikada çalışan işçi, devlet memuru, öğrenci ya da işsiz; tamamı taşıdıkları gelecek kaygı ve endişeleri dolayısıyla uğradıkları haksızlıkları, zulümleri görmezden gelme durumunda hisseder kendini. Bu endişelerin tamamı kapitalizmin dayatmaları sonucudur ve bir savunma mekanizması olmaksızın bunlardan kurtulmak, mücadele etmek imkânsızdır.

Adeta bir dev gibi hayatımızı ve hatta birçoğumuzun benliğini kuşatan kapitalizm karşısında direnç gösterebilmenin, değer oluşturabilmenin, benliklerimizi arındırabilmenin yolu; sahip olmaya, güce, biriktirmeye, bencilliğe, aşırı tüketime dayalı kapitalizmin panzehiri olan; dayanışma, paylaşma, ihtiyaçlarla yetinme, eşit hale gelme devrimidir. Zulme direnmenin yegâne yolu, dayanışma ilişkileri geliştirerek yaşayan hayatın can damarında kapitalizmi inkâr etmektir.

Dayanışmanın hayata geçirildiği bir topluluk; tüm endişelerinden arınır, korkuları bertaraf olur, kaybetme endişesi taşıyacağı en değerli şey artık dayanışma içerisinde olduğu dostlarıdır. Dayanışmanın insana verdiği güç, hayatındaki en belirleyici etken haline gelir. Sonrasında tüm saldırılara karşı kendini güvende hisseder. Uğrayacağı muhtemel zararlar dahi; paylaşımın, ortak olmanın verdiği mutlulukla etkisizleşir. Korkularından ve endişelerinden arınmış, birbirine kenetlenmiş sapasağlam bir topluluk inşa olur.

“Mü’minler, parçaları birbiriyle kenetlenmiş sağlam bir bina gibidir”. (Riyâzü’s-Sâlihîn Trc. 1\270, H. No:220)

Temel değerlerini, sosyal adalet, eşitlik, özgürlük ve dayanışmanın oluşturduğu İslam dini; Peygamber sonrası ortaya konan ihanetlerle bu değerlerden koparılarak -ki bu değerler dinin özünü oluşturur- saltanatın ve zulmün afyonu olarak üretilmiş ve sınıflı toplumları onayan bir olgu biçiminde algılanır hale getirilmiştir. İnsanlığı mülkiyete ve iktidara bağımlı hale getiren ihanetlerin en büyüğü; tarih boyunca bu uğurda dinlerin, dini anlayışların, taarruza uğratılarak sosyal adalet kavramından soyutlanması olmuştur. Üstelik bununla da yetinilmeyerek sosyal adalet ve paylaşıma dayalı komünal yaşam tarzı; eşitlik anlayışı, mülkiyet karşıtlığı, dinsizlikle (ateizmle) özdeş görüntüsü verilerek önü alınmaya çalışılmıştır. İlahi adalet dini olan Muhammed’in, Ali’nin, Ebuzer’in, Hüseyin’in dayanışmaya dayalı kardeşlik dini; Osman’ın, Muaviye’nin, Yezit’lerin bencil, çıkarcı-kapitalist biriktirmeyi esas alan sahte dinleri tarafından saldırıya uğrayarak kuşatılmıştır.

Kapitalizmin, neredeyse tüm dünyayı kuşattığı böyle bir zamanda, korku ve endişeleri azaltmanın yegâne yolu dayanışma ilişkilerimizi geliştirmektir. Şirkin (Kapitalizmin) dayatmaları karşısında yarın ne yiyeceğim, geleceğim ne olacak, çocuklarım, kiralarım, faturalarım ve daha nice endişeler…. Dayanışma olmaksızın ya tüm toplum köleleşmek zorunda kalacak; ya da açlık, sefalet, hastalık, …..ölüm.

İbrahimî dinlerin tümü; komünal yaşam biçimini, mülk edinmemeyi, paylaşmayı, takva’yı, zühd’ü- insanın özüne dönüşünün mutlak gereği olarak açıklarken, kapitalist (Allahsız) anlayış bunu tersinden tezgâhlayarak tekâmülü; bireysel mülkiyet, kalkınma ve ekonomik gelişim şeklinde ifade etmiştir. Oysa ki bireysel mülkiyetin meşru kılınarak özendirilmesi tekâmülü değil; bilakis insanın bencillik ve acımasızlığını ortaya çıkararak, tekâmülü imkânsızlaştırmakla kalmamış, yaşamayı dahi olanaksız kılmıştır.

Bu haliyle güce ve güçlüye tapar hale getirilen insanlık; dinin tekâmülü öngördüğü düşüncesini de kullanarak dinle ya da dinsizlikle metalaştırılmış ve maddeden bağımsız, maddenin emanetçisi olma özelliğinden arındırılmış, tekâmül-öze dönüş- imkânsızlaştırılmıştır. Bu süreç insanın kendine dahi yabancılaşmasına, varlığını ancak maddi karşılığı olan değerler nisbetinde anlamasına sebep olmuştur. Asıl değer olan, olması gereken “insan” artık eşyanın kölesi, paranın kulu haline getirilmiştir. Bu içsel istilanın sonucunda insan aslında kendi olmayan ama kendisi sandığı değerlerle yaşamaya başlamıştır

Şeriati’nin ifadesiyle “Fakat bilim, cin -insanı esir alan dış etkenler- in bu işte suçsuz olduğunu duyurup uzun geçmişi bulunan bu suçlamadan onu aklamakla birlikte, onun yerine, cinin yaptığını yapan, insana hulul edip onun gerçek ve yaradılışsal kişiliğini yok edip ve insanın gövdesinde insan özünün yerini alan başka etkenler keşfetmiştir. Bu insanımsı –ki şimdi bir insan kalıbıdır- artık kendisini duymaz, hatta her şeyi o kendisi olmayana– ki ona hulul etmiştir- nispet eder ve onu kendisi, kendisini ise o algılar; sonuçta bozulmuş, öz’süz –kişiliksiz- bir insan olup çıkar.” ( Şeriati - İslam bilim- ss-193)

Tüm zamanlarda maddeye bağımlı kılınarak asıl benliklerinden uzaklaşan toplumlara, ilahi uyarı ve desteklerle yeniden insan olma özellikleri hatırlatılmıştır. Vahyin ve nübüvvetin gereğini de zaten bu yabancılaşma ortaya çıkarmıştır. İnsanlar eşyanın tahakkümüyle yaşamaya başlayınca; ya toplumlar üzerine rab’lik iddiasıyla ya da bu iddia sahibi egemenlere kul, köle olma durumuyla baş başa bırakılmıştır. Nitekim her toplumun egemenleri; gasp ederek sahip oldukları olanaklarıyla o toplumun mazlumları üzerinde sulta kurmuşlardır. Tarihi süreç içerisinde kimi zaman efendi, kimi zaman firavun, kral, padişah, sultan, halife; günümüzde işveren, patron, başkan, vb. isimlerle adlandırılmıştır. Dünün köleleri ise günümüzde; işçi, memur, çiftçi, hizmetçi, kiracı… Şeklinde isimlendirilmektedir.

Para ve iktidara dayalı bu tür ayrımların, toplumları esir aldığı ve felce uğrattığı dönemlerde insanlığı yeniden özüne döndürme mücadelesi gösteren uyarıcıların mesajları çok geçmeden yeniden imha edilmiştir. İnsanlığın tarihiyle beraber başlayan bu mücadele Adem’den günümüze dek sürmüştür, sürmektedir.

Mekke toplumunu incelediğimizde var olan toplumsal yapının; adalet ve özgürlüğü imkânsız kılan siyasi korkuların, gelecek endişelerinin, umutsuzlukların hüküm sürdüğü; bencilliğe ve hâkim olmaya dayalı bir yaşam biçimiyle karşılaşırız. Peygamber ve arkadaşlarının bu toplumsal yapı içerisinde ortaya koydukları mücadeleyi güçlü ve anlamlı kılan en önemli dayanağın, geliştirdikleri alternatif yaşam tarzı olduğunu görürüz. Artık daha fazlasına sahip olmak yerine; yanındakiyle paylaşmayı, diğerleri üzerine iktidar kurmak yerine; eşit hale gelmeyi, kendisi için istediğini kardeşi için de istemeyi, isteyebilmeyi geliştiren bir kültür.... Kısacası bu kültür; bir süre sonrasında var olanın çok ilerisinde, insana, insanca yaşamaya uygun olan bu yaşam biçiminin diğerini mahkum etmesi sonucunu doğurmuştu.

Direniş mekanizması oluşturabilmenin kaçınılmaz temeli olan dayanışma; kaba söylem ve beklentiler yığını olmaktan öteye geçemeyen teori ve idealleri, hayata etki eden, değiştiren, dönüştüren, değişimi ve dönüşümü mümkün kılan pratikle anlamlı kılar.

Günümüz dünyası, kapitalizmin tüm insanlığı felç eden acımasızlığıyla cehenneme dönüştürülmüştür. Böylesine ekonomik zulümlerle dumura uğratılan dünya toplumlarının ihtiyacı, hali vakti yerinde, durumundan memnun herhangi bir itirazı olmayan kimselerin indirgemecilik olarak algılamalarına rağmen DAYANIŞMA ve kardeşliği yaygınlaştırmaktır. Ruhumuza yerleştirilen virüslerden arınarak özbenliğimize dönmemiz, paraya ve güce kul olmaktan kurtulmamız ve gerçek kardeşlik bağları oluşturarak -ki bu dayanışma ile olur-özgürleşeceğimiz Medinelerimizi kurmalı ve bu şekilde –ya da yapılarda- toplumsal zincirlerimizi kıracak güce ulaşmalıyız.

Basit ve önemsiz sanabileceğimiz -ki bu içimizdeki istilayı gerçekleştirenlerin sesidir-dayanışma olgusu; başlı başına devrimin, değişimin ve adaletin omurgasıdır. Omurgamızın paramparça oluşunu görmezlikten gelmek ise; ancak esir alınmış bir ruh, aldatılmış bir mustazaflık hali, ya da art niyetli çıkarcı bir kişiliğin tezahürü olabilir.

En büyük fitne: İKTİDAR

Zalime itaat, mazluma ihanettir!



Tarih toplumlar üzerinde iktidar oluşturarak onları yönetenlerle, iktidarı ve güç odaklarını ele geçirme gayesiyle karşı mücadele gösterenlerin çatışmalarına sahne olmuştur. Bu mücadele sonu gelmez bir ihtiras savaşımını hayata geçirmiştir. İnsanlığın tekâmülünü (sınıfsız tevhidi topluma ulaşmasını) engelleyen en büyük illeti (güç-iktidar-sahip olma) yaratarak bu kısır döngü içerisinde yaşamasına neden olmuştur.



Ele geçirilen her türlü iktidar-güç odağı, durumunu koruma adına sahte bir tarih, siyaset, din geliştirmiştir. Geliştirilen bu sahte unsurlar, ele geçirilen iktidarı haklı ve masum gösteren bir tarih, algıları köleleştiren siyaset ve gücü kutsayan bir inanç sistemi geliştirmek suretiyle varlığını korumaya çalışmıştır. İstisnasız tüm iktidar odakları bu yalanları beraberinde üretmiştir, üretmektedir. Nitekim bu yalanlardan bağımsız, gerçek tarih, siyaset ve din algısı iktidarın özü itibariyle reddedilmesini gerektirmektedir.



İnsanlık tarihi halklar üzerinde iktidar oluşturmanın olumsuz sonuçlarıyla doludur. Hiçbir iktidar beraberinde özgürlüğü de getirememiştir. Toplumsal denge-özgürlük, ancak eşitlerin kolektif paylaşımı-dayanışması ile mümkündür. Politika esas işlevi itibariyle toplumların idare edilmesi, yönetilmesi-güdülmesi- değil, bilakis halkın özgürlük ve eşitlik bağlamında önünü daha iyi görebilmesi için birtakım duyarlı-yetkin kimselerin inisiyatif almasıdır. .



İlahi dinlerin, özü itibariyle toplumlara sunduğu ilişki biçimi de ast-üst, yöneten-yönetilen ilişkisini değil, bilakis yan yana durmuş eşitlerin dayanışmasını ve toplumsal tekâmülü amaçlamaktadır. Nitekim ilahi kitabımız iktidarın özünü “tağut” olarak tanımlamakta ve tağuta (iktidara) isyan etmeden, eşitliğe-özgürlüğe ulaşmanın, Allah’a teslimiyetin imkânsız olduğunu belirtmektedir.



“Dinde zorlama yoktur. Doğru ile yanlış birbirinden ayrılmıştır. Şu halde her kim tağutu (iktidar-otorite) reddedip Allah’a iman ederse, hiç kopmayan sağlam bir kulpa (eşitlik, özgürlük) yapışmış olur. Allah her şeyi işitiyor, biliyor.” (Bakara, 256)



“Allah iman edenlerin yar ve yardımcısıdır. Onları karanlıklardan (eşitsizlik-kölelik-zulüm vb.) aydınlığa (eşitlik-özgürlüğe) çıkarır. Kâfirlerin dostu ise tağutlardır. Onlar da kâfirleri aydınlıktan karanlıklara sürükler…” (Bakara, 257)



“Bakmaz mısın şu hem sana indirilene hem senden önce indirilene iman ettiklerini söyleyip duran kimselere; tağut (iktidar) tarafından muhakeme olmak istiyorlar. Oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardı…” (Nisa, 60)



“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tağut yolunda savaşırlar. Şu halde şeytanın dostlarıyla savaşın!...” (Nisa, 76)



Varlığın özgürlüğünü kısıtlayan her türlü iktidar-otorite, insanlığın nihai hedefi olan eşitliğe ulaşmanın önündeki en büyük engeldir. Tevhide iman, eşitlerin oluşturacağı özgür toplumun mutlaka gerçekleşeceğine kalben inanmak, bu kutsal amaca ulaşma gayesiyle yaşamaktır.



İlahi dinlerin birtakım teorik farklılıklar nedeniyle birbirlerinden ayrışmasının temelinde, iktidarları kutsayan, zulüm ve eşitsizlikleri teoloji ürünü bir tanrı inancına fatura ederek meşrulaştıran, dinleri kurumsal odaklara dönüşten ihanet anlayışı yatmaktadır. Bu kurumsallaşma ayrıcalıklı bir sınıfın halk üzerinde sulta oluşturmasına sebep olmuştur. Buna karşın yeryüzündeki her türlü eşitsizliği (şirki), ilahi iradenin kaçınılmaz sonucu olarak sunup meşrulaştırma girişimlerine itiraz edenler zamanlarının imansızları olarak addedilmişlerdir. Ancak ne var ki, yaşadıkları çağda dinsizlikle, inançsızlıkla suçlanan devrimcilerin ortaya koymuş oldukları eşitlikçi söylem ve eylemler itibariyle tevhid önderleri oldukları görülmektedir.



Peygamberler sanıldığının aksine teolojik değil, sosyolojik zeminde mücadele vermişlerdir. Yaşanan toplumsal hayatın sorunlarına, adaletsizliklerine, eşitsizliklerine müdahale ederek çözüm yollarını göstermişlerdir.



Eşitlikçi, özgürlüğe dayalı söylemleri inkâr edilemez derecede kabul gören bu tevhid önderlerini reddetmenin imkânsızlığı karşısında alternatif olarak onların söylemlerini iktidarlarını sarsmayacak derecede tahrif ederek hem var olan kutsalı dönüştürme hem de esasta var olan hakikati gizleme yoluna gidilmiştir. Ki, böylelikle sonrasında oluşması muhtemel başkaldırılar bu tahrif edilmiş din sayesinde bastırılsın. Eşitsizliklere itiraz takdir-i ilahiye isyan, iktidara boyun eğme ise kadir-i mutlağa itaat olarak algılansın. Bu algı aslı itibariyle zalimin tanrılaşmasına, mazlumun ise kula kul olmasına yol açmakta, şirke tevhid elbisesi giydirerek halkı aldatmanın en görkemli putunu yaratmaktadır.



Peygamberlerin mücadelelerini incelediğimizde istisnasız tamamının kendi dönemlerinin iktidarları, güç odakları ve din adamları ile mücadeleye tutuştuklarını görürüz. Bu üçlü her dönemde birlikte hareket etmektedir. Nitekim iktidarlar durumlarını korumak için güce ve algılara zehir pompalayan yalancı kutsala ihtiyaç duyarlar. Peygamberlerin karşı duruşu-itirazı aslında dönemlerinde teoloji üreterek algılara saldıran din adamlarıyla sınırlı değildir. Bilakis bu sahte kutsalların da dinamiği olduğu iktidar algısına karşıdır ve tamamen toplumsaldır. Söylem ve mücadeleleri de doğal olarak teoloji üretmeye dayalı değil, bilakis toplumsal kurtuluşa, özgürlüğe ve eşitliğe dayalıdır. Yüzyıllardır maruz kaldığımız algı tecavüzünden kurtularak bizlere dayatılan bakış açısından bağımsız bir şekilde ilahi metinleri yeniden incelersek bunu rahatlıkla fark edebiliriz.



Günümüzde kurumsallaştırılan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dinleri ve bunların uzantısı olan mezheplerin temellerine indiğimizde aslında aynı amacı güden, toplumsal eşitlik ve özgürlüğü amaçlayan mücadelelerle karşılaşırız. Bu dinlerin kurumsallaşmasının asıl sebebi bir diğerinin ortaya çıkışının öncesinde var olan iktidarı koruma adına ortaya çıkarılan toplumsal algının üzerine örülen sis perdesini gizleme çabasıdır. Yani Musa, halkı eşitlik ve özgürlüğe çağırıyor, sonrasında Yahudiler, mesajın içeriğini değiştirerek onu zulümlerine kalkan ediniyorlar ve bu kalkanın adını da Musevilik koyuyorlar. İsa, yeniden Musa’nın mücadelesini hayata geçiriyor, bunu yaparken de öncesinde var olan sahte din algısıyla mücadele etmek durumunda kalıyor. İsa’nın İlahi mesajını da Hıristiyanlar kurumsallaştırarak tahrif ediyor. Muhammed’in çağrısı da aynı akıbete uğruyor. Nitekim İslam dini, toplumsal algıda artık evrensel adalet ve özgürlük dini olmaktan çıkarılıp iktidarları besleyen bir araca dönüştürüldü. Bugün yeryüzünde peygamberî misyon üstlenerek verilecek tevhid mücadelelerinde de en büyük çatışma, kaçınılmaz olarak kurumsallaştırılmış olan bu uyduruk din algılarıyla olacaktır. Kurumsallaştırılmış olan bu dinlerin tamamı kurumsal durumları sebebiyle ilahi olmaktan çıkmıştır. Aslında karşımıza peygamberlerini katletmiş, sözde imanlı olan, kendi peygamberlerinin çağrısını katleden Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman dinsizlerin kurumsallaşmış iktidarları çıkıyor. Birbirlerine üstün gelme adına savaşlar çıkarıyor, halkları çıkara dayalı bu ihtiraslarına kurban ediyorlar.



En son ilahi din olan İslam dininin kurumsallaştırılmış oluşu, bugün asıl ilahi hedef olan eşitlik ve özgürlük algısını görünmez kılmakta, hakikat adına hakikat mahkûm edilmektedir. Toplumların kabullendikleri din algısını iktidarlarını kutsayan bir felsefeye dönüştürdükten sonra artık mesaj içeriğinden ve hedefinden uzaklaşmış bununla da kalmayarak aslında o hedefi gösteren mücadeleler böylelikle bertaraf edilebilir konuma getirilmiştir.



Nitekim günümüzde olduğu gibi hakikatlerin ters düz edilerek gücü kutsallaştıran bir araca dönüştürüldüğü dönemlerde eşitlik ve özgürlük adına ortaya konan itirazlar esasta ilahi ve peygamberi söylemlerken tam aksine dinsizlikle, imansızlıkla yaftalanmaktadır.



Tarihsel süreç içerisinde adını duymadığımız, kendini ifade imkânı bulamamış birçok peygamber gelmiş geçmiştir. Ancak bunların birçoğu itirazları ve ayaklanmaları nedeniyle yaftalandıkları için sonraki toplumlarca sağlıklı bir biçimde tanınamamış, din karşıtları, anarşistler, imansızlar olarak tarihe gömülmüşlerdir. Esasen eşitliğe ve özgürlüğe dair söylenmiş her söz ilahi kelam, eşitlik uğruna verilmiş her mücadele peygamberi mücadele hükmündedir. Özgürlük ve eşitliğe dayalı her toplumsal uygulama Allah’tan, buna aykırı olan tüm uygulamalarsa tağuttandır ve isyan etmek insan olmanın gereğidir.



Nitekim zalime itaat etmek mazluma ihanet, zalime isyan etmekse tanrıya ibadet etmek iken, bu en yüce hakikat tersine çevrilmiş ve zalim de olsa yönetime (tağuta) itaat dinin şiarı şeklinde sunulmuştur. Bu tek örnek dahi dini algılarımızın nasıl tahrif edildiğini anlamamıza kâfidir.



Adil toplumları, ancak eşitliğe ve bunun bir gün mutlaka hâkim olacağına inanan. Hayatı dosdoğru yaşayan, sürekli dayanışma içerisinde olan ve zalimlere asla boyun eğmeyen kişiler oluşturacaktır.

İslam’da toplumsal yapı

Dünya, uzun yıllar egemen sınıfların, mazlum ve ezilen halk kitlelerine uyguladıkları baskı ve zulümlerine sahne olmuş, olmaktadır. Adaletsizliklerin temel dayanağını ise egemen sınıfların ortaya koyduğu din (toplumsal yaşam modeli) algısı oluşturmuştur. Tarihin seyri içerisinde egemenler, ilahi dini defalarca tahrif ederek tağuti sistemlerine “baskı ve otoriteye kaynaklık eden devlet-güç odaklarına” dayanak kılmışlardır. Sınıfsız, eşit, özgür toplum olan ilk insanlık toplumunun sınıflara bölünüşüyle başlayan bu çatışma halen sonuçlanmamıştır. İnsanlığın ilk toplumsal yaşam modeli (dini) sınıfsız, eşit, özgür -Habil’i- iken, sonradan oluşturulan bu “sınıflı toplum” (din/toplumsal yaşam modeli), batılın ve yeryüzünde şirkin (adaletsizliğin ve hiyerarşinin) temeli olmuştur -Kabil’i-.



Sonrasında amansız bir mücadele başlamış; otorite, hiyerarşi “tağut-devlet” düzeni insanlık ailesini defalarca ateşlere atmıştır. Aslına bakılırsa ilahi (tanrısal) din “insanlığın müdahalesi olmadan tertemiz, saf menbağından sadır olan, insanlığın vicdanı, merhameti, özgürlüğünün temsili olan sınıfsız yaşam modelidir. Ancak ne yazık ki aralıklarla peygamberlerinde yeniden dillendirip mücadelesini verdiği mazlumların kurtuluş reçetesi olan bu din, artık bu misyonunu yitirmiş mazlumların sindirilmelerinde etken olur hale getirilmiştir. Yani tüm peygamberler ilahi dini yeniden anlatmış, açıklamış, ancak sonrasında müşrikler (toplumları sınıflara bölenler) yeniden tahrif etmişler ve şirklerini hayata geçirmişlerdir. Peygamberlerin açıkladıkları dini (toplumsal yaşam modelini) bir diğerinden ayrıştırarak toplumları farklı dinlere bu da yetmediğinde farklı mezheplere hatta cemaatlere bölmüşler şirkin her yönünü acımasızca kullanarak halkı paramparça etmişler, “sınıflara, dinlere, mezheplere, devletlere vb.” bölmüşlerdir. Sonuç olarak geldiğimiz noktada İlahi din (sınıfsız toplum) mahkûm kılınarak, egemenlerin şirk dini (sınıflı toplum) hâkim kılınmıştır. Tarih bu tekerrürlere defalarca şahitlik etmiş, insanlık bu kısır döngü içerisinde yaşamak zorunda bırakılmış, bu durum yalnız insanlığın değil tüm canlıların tekâmülünü “olumlu gelişimini” engellemiştir.



“İnsanlık bir zamanlar tek bir sınıfsız topluluktu. Sonra Allah, doğru yolda olanları müjdelemek, yoldan çıkanları da uyarmak üzere peygamberler gönderdi. Anlaşmazlığa düştükleri konularda, insanlar arasında hüküm versin diye o peygamberlerle beraber adaletin yolunu gösteren kitaplar gönderdi. Ancak kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah anlaşmazlığa düştükleri şeylerde adaletin yolunu gösterdi…” (Bakara, 213)



İslam’ın temel çağrısı olan tevhid (la ilahe illallah) mesajı, egemen sınıflar tarafından ortaya çıkarılan, tahrif edilen her türlü şirk (sınıflı toplum modeli) dinini, ideolojiyi, mezhebi, cemaati, devleti, tarikatı, partiyi vb. terk etmeyi ve ezilenlerin ezilmişliğini, mazlumların mazlumiyetini ortadan kaldıracak olan sınıfsız ve sınırsız toplumsal yaşam modeline tabi olmayı emretmektedir. Bu emir, boyun eğmenin, sessiz kalmanın değil, her türlü baskı, zorlama ve hiyerarşiye başkaldırmanın, özgürleşmenin feryadıdır. Tevhid dini (sınıfsız yaşam modeli), her tür sömürüyü reddetme, egemen sınıfların çıkarına hizmet etmekten başka hiçbir fonksiyonu olmayan tağuta (devlet-din- mezhep-ideoloji vb.) isyan çağrısıdır. Tevhid dini yeryüzünde insanları sınıflara bölen, parçalayan her türlü otoriteyi ortadan kaldırmanın daha da önemlisi adı ne olursa olsun yenisini oluşturmamanın öğretisidir.



“Ey insanoğlu! Sakın Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma ki, kendini azab edilenler arasında bulmayasın.” (Şuara, 219)



Peygamber yaşadığı dönemde hiyerarşiye dayalı bir devlet sistemi oluşturmamış, hiçbir baskı ve dayatma uygulamamıştır. İslam toplumu tamamıyla karşılıklı dayanışma, yardımlaşma, paylaşma yöntemiyle tüm bireylerin özgür ve eşit olabileceği ümmetçi (komünal) bir düzende yaşamıştır. Halk üzerinde sulta oluşturan bir iktidar oluşturulmamış, halkın doğrudan rızasına ve taleplerine hizmet ederek bunları hayata geçirmekle görevli, halkın rızasıyla “talebiyle” görevlendirilecek olan ümmet “ümmi önderlik” mekanizması hayata geçirilmiştir. “önderlik, ilk dönemlerde halkı yönetme değil halkın hizmetinde olmakla açıklanan bir görevdi”



“Politique [politika] şehir anlamına gelen polis kelimesinden türemiştir. Bu, Yunan ve Batı düşünce tarzının hükümet davranışıdır. Tıpkı belediyenin şehri idare etmesi gibi bunda da hükümet, memleketi idare eder. "Siyaset" ise hükümette ayrı bir anlama sahiptir. Burada hükümetin davranışı idare etmek değildir, Halkın gözeticisi olmadığı için, rahatı, mutluluğu ve mutlak anlamda bireysel özgürlüğü sağlamaya çalışmaz.



Ayrıca siyasetin hedefi, toplumda bireysel hakları tümüyle gerçekleştirmek de değildir. Tersine onların eğitimini ve tekamülünü sağlamaktır. Bu yüzden "siyaset", bizim düşünce tarzımıza özgü bir ifadedir. Yani hükümet, toplumun ve ülkenin idaresiyle uğraşmamakta, bireyin ve toplumun tekamülüne ve eğitimine hizmet etmektedir.



Siyaset kelimesinin sözlük anlamı terbiye etmektir. Sıkıntı vermek ve sıkıntı çekmek anlamındadır, veya tasfiye ve tezkiye etmektir. Bir hedef için var edilen bir varlığı, o hedefe ram etmek ve hazırlamaktır. Binaenaleyh, bu düşünce tarzında ümmetin korunması, gözetilmesi ve idare edilmesi söz konusu değildir. İnsanın, bireyin ve toplumun ilerletilmesi ve tekamülü söz konusudur.



O halde burada insanlar üzerinde efendilik değil, önderlik ya da insanın siyaseti meselesi söz konusudur. Korumak ve gözetmek değil, tekamül... Bir cümleyle, halkın rehberliği, insanın ve toplumun yaratıldığı gayeye ve nihai maksada götürmektir.” (Ali Şeriati; Ali, Söylem Yay, s. 509)



Ümmet, ümmî kelimesi ile aynı köktendir. "Ümmet", İslâm'ı bina etmek isteyen toplumun adıdır. "Ümmî" İslâm Peygamberinin seçkin bir sıfatıdır. Peygamberin ümmi sıfatı, egemen sınıfa karşı ezilen halkın temsilcisi oluşu anlamında kullanılmaktaydı.

Bu anlamda siyasi temsiliyetin otorite kurma şeklinde değil bizzat halkın bağrından kopup gelen, halkın vicdanının sesi olması gereği açığa çıkmış ve peygamberlerin şahsında tüm zamanlara ışık tutacak eşitlikçi, özgür toplum ideali gösterilmiştir. İslam’ın toplumsal ve siyasi metodu, günümüzü de aydınlatacak, toplumsal sorunları, baskı ve hiyerarşi ilişkilerini ortadan kaldıracak ideal toplumsal modeldir. “sonraki dönemlerde de birçok topluma model olmuştur”


"Çünkü halka, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab'ı ve hikmeti ögreten, halkın bağrından çıkan bir peygamber gönderen O'dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler. Aynı şekilde o halkın bağrından kopup gelen “ümmi” peygamberi diğer insanlara da göndermiştir. O, azizdir, hakîmdir.” (Cuma, 2-3)



Öyle ki, bu dönemde devlet olmanın olmazsa olmazı olan düzenli ordu bile kurulmamıştır. İslam toplumu içeride yaşanması muhtemel problemleri tevhid ve adalet bilinciyle engellemiş, dış tehlikeleri ise omuz omuza vermiş halk kitlelerinin gönüllü birlikteliklerinin verdikleri mücadelelerle ortadan kaldırmıştır. Herkes kendi ekonomik haklarının, hukuk imkânlarının ve menfaatlerinin sahibidir, hiç bir kudret ona tecavüz edemez. Bireylerin hak ve özgürlüklerine müdahale edebilme gücünün oluşması devlet adında da olsa varlığını kabul etmek olanaksızdır.



Bu karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmaya dayalı toplum biçimine önceki dönemlerde yaşayan peygamberlerin hayatında da peygamberden sonraki dönemlerde saltanat ve devlet hiyerarşisine karşı tevhid mücadelesi gösteren önderlerin-toplumların mücadelelerinde de rastlamaktayız.



Peygamberin vefatı sonrasında, yaşamı biçimlendirme özelliği açısından bakıldığında toplumun iki kutba ayrıştığını görüyoruz. Bunlardan biri iktidar oluşturarak toplumu kontrol altına alma çabasında olanlar, diğeri iktidarı “Hiyerarşiyi” reddederek tevhid mücadelesini sürdürenler olmuştur. İslâm tarihine ve toplumuna baktığımızda, İslâm tarihindeki egemen ve sömüren sınıfın İslâm'ına karşı, mahkûm ve ezilen sınıfın İslâm'ını görürüz. İktidar ve güç odaklarının başarılı olmasının olumsuz sonuçları Osman’ın hilafeti döneminde ortaya çıkmış, devlet; iktidar karşıtı muhalif grupların sert tepkileriyle sarsılmıştır. Osman döneminde iktidar’ın kaçınılmaz sonuçlarından olan sınıf ayrışmaları bir yanda iktidar yandaşı odakları akıl almaz servetlere kavuştururken diğer yanda tevhid yanlısı olan sahabeleri (Ebu Zerleri) açlıktan öldürmüştür.



“Osman’ın döneminde Müslümanların zevkine düşkün oluşu mücahitlerden yeni bir aristokrat sınıfın teşkil edilmesi ve bu sınıfın eski aristokrat sınıfla hem cins oluşu, Ali’nin bu sınıfla mücadelesi Muhammed, dönemindeki devrimci zühde vurgu yapmak ve Allah’a ibadet eden devrimci bir toplumda mevcut yapıyı ve dünyaya tapmayı reddetme. İslami tevhid toplumunda sınıfsal şirk; tevhidi, felsefi ve kelami kalıplara sıkıştırmak; onun gerçek hayattan toplumsal sistemden ırksal, sınıfsal, ailevi ve milli ilişkilerden uzaklaştırılması, kaybolması Şam’da hilafet Roma Sezarının, Bağdat’ta İran Hüsrevinin, Küfede ise Ümmi Muhammed’in varisi.” (Ali Şeriati; İslam ve Sınıfsal Yapı, s. 124-125)



Biri ya da birilerinin topluma önderlik edebilmelerinin ideal yolu ancak kendiliğinden gelişecek süreçler sonrasında toplumların liyakat ve fedakârlıkta ortak sinerjisini barındıracak kitlesel onaylarıyla mümkün, peygamberler ya da birçok devrimci lider gibi, nitekim onlar ne seçimle ne atama ile ne saltanat ya da başka bir yolla değil bilakis halkın talebi ve zoruyla görevli, sorumlu hale gelmiştir.



Önderlik makamı tahakküm altında olan, güçten düşürülmüş, dağıtılmış mahrum sınıfların toparlanma ve isyan gücü oluşturabilmeleri durumunda ihtiyaç olabilir. Bu gibi durumlarda bir takım duyarlı ve yetkin kimseler dağılmış ve parçalanmış “esasta var olan” potansiyel halk gücünü birleştirme ve harekete geçirme kastıyla bahsedilen mekanizmayı oluşturabilirler (bu önderlik mekanizmasından kasıt alt-üst ilişkisine dayalı değil, sorumluluk alma ve ezilmiş halka adanma ilişkisidir). Bu mekanizma amaçlanan birlikteliği oluşturmakla son bularak kendini imha etmelidir. Yerini ümmetin tam anlamıyla doğrudan dayanışma ve ortaklığına dayalı toplumsal yapısına terk etmelidir (burada hedeflenen, toplumun tamamı değil, ümmet olabilmeyi başarmış birden fazla olan her birlikteliktir. Benlikten kurtularak biz olmayı başarabilenler ümmet olmuşlardır ve bir mekanizmaya ihtiyaç duymadan, bir bedenin uzuvları gibi yeteneklerini toplumsal yapının gereksinimlerince hayata geçirebilirler). Böylesi bir makam, talep etme ya da aday olma yoluyla asla elde edilemez. Nitekim bu önderlik çıkar ve menfaat sağlamadığı gibi zorluk ve musibetleri doğurur, aynı şekilde seçimle olamaz çünkü seçecek bir toplum yoktur, varsa zaten gereksizdir. Peygamberin kendinden sonrası için idari bir mekanizma önermemesi bundan olsa gerek. Üşümekte, soğuktan titremekte olan çaresiz insanları onların istemi dışı olsa dahi ısıtan ve rahata, huzura eriştiren güneş gibi sevgi ve liyakatle, sonuçta ortaya tam bir vesayet çıkmıştır. Bu tür önderler yapılanmaları içerisinde de asla otoriterlik ya da zorbalıkla atfedilmemişlerdir.


Medine’de kurulan İslam toplumunun anlaşma metninden birkaç madde:



*Benu Avf Yahudileri Mü'minlerle aynı haklara sahip olacaklardır. Mü'minlerle bir tek ümmet hükmündedirler. Yahudiler kendi dinlerini yaşarlar. Müslümanlar da kendi dinlerini yaşarlar.



*Bu topluluktaki insanlar diğer insanlara karşı kendi aralarında tek bir ümmettirler.



*Zulüm görmüş olan birisi dışında kan döken kim olursa olsun sonucuna katlanmak zorundadır. Kendisine zulmedilene yardım edilecektir.



*Herkesin komşusu kendisi gibidir. Ona karşı kötü davranmak veya kötü konuşmak uygun olmaz.



*Yahudiler ve Müslümanlar Yesrib’e (Medine) gelecek bir saldırıya karşı beraberce karşı koyacaklardır.



*Her kabile veya zümre kendi kontrolünde olan bölgelerden sorumludur.



*Allah'tan korkan takva sahibi Mü'minler kendi aralarında zulmeden, ya da haksız bir fiil işleyen, Müslümanlar arasına fitne, fesat tohumları ekmeye çalışan, bozgunculuk yapan kimselere karşı -velev ki kendilerinden birinin çocuğu bile olsa- bu tür kimselere karşı el birliği yapacaklar ve o tür kimselerin aleyhinde olacaklardır.



*Barış Mü'minler arasında bir tektir. Hiçbir Mü'min Allah yolunda cihada çıkan diğer Mü'minleri hariç tutarak onlardan habersiz eşitlik ve adaletten uzak bir anlaşma yapamaz. (Yapılacak bir anlaşma ancak adalet ve eşitlik esasına dayanmalıdır.)



(İbn-i Hişam Tarihi’nden alıntılanmıştır. Metnin tamamına oradan ulaşılabilir)

Kapitalizmin Direği "Statüko Dini"

Tarihin büyük bir bölümünde ve günümüzde egemen olan dinler, çoğunlukla hâkim sınıfların meşruiyet aracı ve koruyucusu olmuşlardır. Sınıflı/müşrik toplumları halkın gözünde meşrulaştırma yoluyla koruyan bu dinlerin temsilciliğini de Bel’amî din adamları yapmıştır. Bu çıkarcı ve işbirlikçi din adamları, zulüm, adaletsizlik ve eşitsizliklere maruz kalarak sömürülen mazlum halkın durumunu -toplumdaki sınıfsal çelişkileri- normal, dolayısıyla her birey, ırk ve sınıfın toplum içindeki konumunu ilahi iradenin yansıması olarak göstermeye çalışmışlardır. Ki, böylelikle toplumlar rahatlıkla kontrol altında tutulmuş, eşitsizliklere ve adaletsizliklere karşı tepkisiz bırakılabilmiştir. Bu tür toplumlarda sabit durumu kabullenmeyerek haksızlıklara başkaldıranlar, halkı bu konuda aydınlatmaya çalışanlar, “insanlar eşit hale gelmeli, yoksulluk engellenmeli, sömürü yok edilmeli” diyerek hak talebinde bulunanlar, statüko ve statükoya kulluk eden bu din adamları tarafından halk nezdinde taraftar bulmamaları ve yok edilmeleri için dinden çıkmakla, solcu-komünist olmakla, ilahi iradeye boyun eğmemekle suçlanmışlardır. Ne tuhaftır ki, bu tür suçlamalara maruz kalanların başında da toplumlarındaki adaletsizliklere başkaldıran peygamberler gelmektedir. Nitekim tüm peygamberler yaşamış oldukları toplumlarda en çok muharref din algısıyla mücadele etmişlerdir. Onlara en büyük düşmanlığı zamanlarının din adamları göstermiştir. Bu bağlamda tarih sürekli tekerrür etmiş ve her uyarıcının ardından sınıfsız toplum/“tevhid” ilkeleri zamanla tahrife uğratılarak statükoya hizmet eder hale gelmiş, yani her peygamberin eşitlik ve adalet devrimi, bir süre sonra yeniden devrime ihtiyaç duyulacak şekilde sınıflı toplumların zulüm düzenine hizmet eder hale getirilmiştir. Dolayısıyla tarihi süreçte dinler ilahi hedeflerinden saptırılarak tam aksine toplumları sınıflara bölen şirk dinlerine dönüştürülmüştür.



Tarihi süreç içerisinde ortaya çıkan birtakım devrimci halk ayaklanmalarının karşısına da aynen peygamberlere karşı olduğu gibi muharref din algısı ve din tüccarları çıkmıştır. Bu tüccar zihniyetli din pazarlayıcıları, dini meslekleştirmiş ve bir tür geçim kaynağına dönüştürmüştür. Dini geçim kaynağına dönüştürmenin yolu ancak insanı nesne haline getirerek, kendilerini öznenin temsilcisi kılıfına bürümekle mümkün olacağından, halkı kendine yabancılaşmış varlıklar haline getirip, topluma güdülmeye muhtaç koyunlar hissini vermişlerdir. Halk güdülmeye muhtaç koyun olduğuna inandırılmalı ki, kendisini de bu koyun sürüsünün “çoban”ı olarak kabul ettirebilsin ve bu sürünün etinden, sütünden, derisinden ve yününden pay alabilsin!..



Bu din daima halkın perişanlığına, bedbahtlığına sebep olmuş, toplumdaki ırk, sınıf ve zümre ayrımcılığını korumuştur. Statükoya gerekçe bulmuş ve onu meşrulaştırmıştır. Yani tarih boyunca insan toplumlarının “soylu-soysuz, efendi-köle, yoksul-zengin, hâkim-mahkûm, sömüren-sömürülen, ezen-ezilen, âlim-cahil, servet sahibi-açlıktan ölen” gibi bölünmelere uğramasını sağlamış ve onu destekleyerek korumuştur. Bir azınlığın refah içinde olmasına, çoğunluğun ise mahrum kalmasına çeşitli kılıflar uydurmuştur. Ta ki, şu cümleyi akıllara kazısın: “Biz daha doğmadan bunlar yazılmıştır ve biz de yazılanları yaşıyoruz!”



Günümüz toplumuna zerk edilen geleneksel din algısı da aynen tarih boyu insanlığı uyuşturan, peygamberlere savaş açan, devrimci ayaklanmalara karşı zulüm sistemlerinin safında yer alan şirk dininin yansımasından başka bir şey değildir. Nitekim günümüzdeki din algısının ve bu algının temsilcisi olan din adamlarının görevi, statükoya -mevcut duruma- (yoksulluğa, işçinin, kiracının, garibanın çaresizliğine ve hatta sömürgeci kapitalistlere, işçisinin hakkını vermeyen patronların durumuna, hiçbir emek sarf etmeden gelir elde eden mülk sahiplerine, ihtiyaçtan fazla mal biriktirmeye, kısacası toplumları felç eden her tür sınıf ayrımına) ilahi bir görünüm sağlamak, sınıfsal çelişkilerin, zenginliğin-yoksulluğun Allah’tan olduğu yalanıyla halkı aldatıp, bunları hayatın kaçınılmaz kurallarıymış gibi sunmaktır. Bu kapitalist din tüccarları, statülerini ve insanları sömürerek elde ettikleri servetlerini korumak adına, yeryüzündeki tüm adaletsizlikleri ve acıları Allah’a fatura etmek yoluyla Yüce Yaratıcı'ya iftira atmaktan da çekinmezler. Bu ihaneti de geçmişteki zulüm ve saltanat saraylarında yazılan, zengini, güçlüyü koruyan, ihanet temelli yazılı kaynaklara dayandırarak yaparlar. O saraylar ki, Abdullah b. Mes’udlara işkence, Ebuzer’lere Rebeze, Hasan’lara zehir, Hüseyin’lere Kerbela olmuştur.



Dün kavmiyetçiliği, saltanatı, feodalizmi meşrulaştırarak halkı sömüren bu din algısı, bugün de kapitalizmi meşrulaştırma ve bunun üzerinden servet ve iktidar kotarma telaşındadır. Az bir dünyalık uğruna utanmadan eşitlik ve adalet yanlısı Müslümanlara hakaret edip, güneş gibi apaçık olan hakkı örtme uğraşındadır.



Görüldüğü gibi bu şirk dininin temeli iktisat, yani paradır. Diğer bir deyişle bu din, bir azınlığın servet sahibi olmasını ve çoğunluğun yoksul kalmasını sağlar. Amaç mahrumlar ayaklanmasın, itiraz etmesin, karşı çıkmasın... Kısacası yoksulluk anarşiye dönüşmesin… Bu nedenle şirk mensupları, mevcut durumu din adıyla açıklamaktadırlar. Dolayısıyla "statüko dini", kendini nasıl tanımlarsa tanımlasın, günümüzde kapitalist sistemi ayakta tutan en önemli unsurdur.

İslami hareketlerde algı sorunu

İslami mücadele tarihinin temellerini ve hedeflerini anlayabilmenin yolu, insanlık tarihi boyunca bu mücadeleye örneklik etmiş olan peygamberlerin hedeflerini tarihsel kirlenmişliklerden süzerek kavramakla mümkün olabilir. Bu çerçevede ön yargısız ve yanlış algılardan arınarak yapılacak bir araştırma neticesinde tüm peygamberlerin verdiği mücadelenin hedefinde “sınıfsız toplum” inşa etme amacı olduğu görülecektir.

Yüzyıllara dayanan ve din adına dine indirilen son darbenin ilk dönemlerden itibaren var olan etkilerini kısmen ara dönemlerde ortadan kaldırma girişimleri, yine bu girişimlerin kendi içinde emilime uğramalarıyla tarihe “başarısız girişimler” olarak geçmiştir. Bu girişimler her ne kadar bazı kesimlerde sözde devrimlere ya da milyonlarla ifade edilen sempatizan kitlelere ulaşmış olsa da, bu sözde başarıların neticesinde başlangıçta var olan hedeften tamamen sapmış olmak ve ulaşılan noktada İslam’ın temelini teşkil eden sosyal adalet devrimine ihtiyaç duyacak bir yok oluş söz konusu olmuştur.

Dünya, emperyalist güçlerin sebep olduğu bu ihanetlerin sonrasında, İslam’a (sosyal adalete) vurulan darbelerin etkilerinin azalması nedeniyle son dönemde taktik değiştirerek yeni çözümü “ılımlı İslam” (egemenleri destekleyerek halkın çıkarlarını önemsemeyen İslam anlayışı) teorisiyle ortaya koymaktadır. Emperyalist güçler, iyi niyetli, halkçı, sosyalist ve devrimci girişimlerin başlamadan ortadan kaldırılmasıyla birlikte ihanet temelli, ajan ve casuslarıyla destekleyip yönettikleri, sınıf ayrımı temeline dayanan, halkları depolitize ederek kontrol altına alan “ılımlı İslam, radikal İslam, siyasal İslam” ve benzeri yapılanmaları kullanarak dini egemenlik altına alma yoluna gitmiştir.

Yoğun olarak Ortadoğu’da genel olarak ise tüm dünyada adından söz ettiren siyasi, radikal ya da ılımlı sözde İslamcı yapılanmalar, özü itibariyle kapitalizmin İslam ülkelerinde meşrulaştırılarak yaygınlaştırılması adına büyük rol oynamaktadırlar. Ortaya koymuş oldukları bu duruşlarıyla aslında toplumlara mutluluk, huzur, adalet vb. kavramlar doğrultusunda pozitif katkı yapmaları gerekirken, tam aksine çoğunlukla Müslüman halkların yaşadığı coğrafyalarda kapitalizm zulmünü meşrulaştırmak ve yaygınlaştırmak suretiyle emperyalist güçlerin öncü birlikleri olmuşlardır. Bu çerçevede varlığını ortaya koyan sözde İslami yapılanmaların, içsel ve sosyal boyutları ile emperyalizmin ahlaki, kültürel ve iktisadi sömürüsünü yaşadığımız coğrafyaya taşıyan, bu coğrafyanın giriş kapısını aralama amacı güden odaklar haline geldiğini görmekteyiz.

Tarih boyunca toplumlar üzerinde en önemli etkiyi din olgusu yapmıştır. Dinin esas itibariyle sınıfsal farkları ortadan kaldırarak ezen-ezilen (mustazaf-müstekbir) ilişkisini yok etmeye, egemenlerin saltanatını yıkarak adaleti hâkim kılmaya dayalı prensipleri sürekli olarak tahrip edilmiş ve sahip olduğu etki dünya genelinde kırılmaya çalışılmıştır. İnsanlık tarihinin belirli kırılma noktalarında ilahi müdahale sonucu yeni uyarıcıların ve kutsal metinlerin gönderilmesi, bu merkez hedefin insanlığa yeniden hatırlatılması, sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması, varoluşun kaçınılmaz gerekliliği olan sosyal adaletin tesis edilmesi, dolayısıyla dünyayı insanlık için yeniden yaşanılabilir bir yurt haline getirme hedefini taşımaktadır.

Tarih, toplumları zulüm, haksızlık ve sömürüyle yöneten egemenlerin (çıkarcı güçlerin) söz konusu müdahalelerine defalarca şahitlik etmiştir. Nitekim birçok uyarıcının vahye dayanan ilahi öğretileri, asıl hedefi teşkil eden sosyal hedeflerin bir süre sonra amaç olmaktan çıkarılması, dolayısıyla dinin etkisiz bırakılması, kişi ve grupların tamamen depolitize olmaları neticesinde adaletsizliğe müdahale etmek yerine uyuşturma ve pazifize etme aracı haline getirilmiştir.

Bu tür ihanetlere uğramış olan toplumlar, genel itibariyle süreç içerisinde etkisizleştirilmiş ve bölünerek birbirine düşürülmüştür. Bu tür toplumlarda ancak ırk, kültür, din, mezhep vb. algıların ortadan kaldırılmasıyla devrimler gerçekleştirilebilmiş, zulüm ve sömürü gerçekleştirenlere karşı ancak bu yolla başarı sağlanabilmiştir.

Toplumların tarihlerini, yaşam biçimlerini ve sosyal ilişkilerini oluşturan en büyük etken din anlayışıdır. Menfaatperest, çıkarcı ve kapitalist zihniyetin, dine rağmen zulmünü hayata geçirmesinin mümkün olmayacağını bilmesinden ötürü, din ile onun kaçınılmaz sonucu olan sosyal adalet gerçeğini ayrıştırma politikaları hayata geçirilmiştir. Bu ihanet, İslam’ın örtüşmesinin asla mümkün olmadığı kapitalizmi doğal hale getirirken, yine İslam’ın toplumsal hayata ilişkin düsturlarıyla benzerlik gösteren sosyalizmi ötekileştiren bir bakış açısı oluşmasını sağlamıştır. Kapitalist müstekbirler, insan aklının ortak kabulü ve dinin temel hedefi olan sosyal adalet ilkesinin kaçınılmaz kurallarını dinsiz ve dini dışlayan bir felsefeye mahkûm ettiler. Ateist ve maddeci felsefeye hapsedilen adalet ilkesi bu yolla toplumsal açıdan etkisizleştirildi. Böylelikle toplum içinde politikleşerek hak arama mücadelesi gösteren, siyasi bilince sahip, dolayısıyla zulme karşı mücadele etmeye aday devrimciler, dinden uzak düşmeleri nedeniyle etkisiz hale gelirken; dindar, inancında samimi, iyi niyetli kimseler de özel mülkiyetin meşrulaştırılması, artık değerin helal sayılması, paranın gelir getiren bir metaya dönüştürülmesi vb. tahrifler sonucunda mücadeleden çekinir hale gelmiş, hak arama talebinde bulunmaktan dahi caymışlardır. Üstelik sosyal adalet uğruna verilen mücadeleye vurulan bu darbe öylesine etkili olmuştur ki, yüzyıllardır egemenlerin zulüm ve sömürülerini günden güne arttırarak yaygınlaştırmaları engellenememektedir.

Vahyi dikkate alan dindarların ya da toplumsal sömürünün (kapitalizmin) insanlık dışılığını fark etmiş olan tüm insanların ortak bir mücadelede -dinli yada dinsiz- tüm kapitalistlere karşı savaş vermeleri kaçınılmazdır. Aslında bu merkezi mücadele, ilahi buyrukların da hedefini tam olarak ortaya koyacak, gerçekleştirecek tek çıkış yoludur. Açlığın ortadan kalktığı, adaletin ikame edildiği, mutlu ve huzurlu bir dünyayı ancak bilimsel ve ilahi hakikatleri net görebilen, özgür, hepsinden de önemlisi kapitalizm zulmü altında ezilmekten kurtarılmış insanlar yaratacaktır.

Taksim rüşveti, madenciler ve kaset olayı

Mülk edinerek toplumu sömürmek, yeryüzünde sahip olduklarıyla büyüklenerek halkı hor görmek, bir başka ifadeyle işsiz, mazlum ve gariplerin garibanlığının bizzat sebebi olan hırsızların ahlaksızlığı, tüm fesat ve adaletsizliklerin kaynağıdır. Hiçbir suç, günah ve ahlaksızlık toplumları ifsat etmede bu derece etkili değildir. Yüce Allah bu konu üzerinde çok sıkı bir şekilde durmuştur. Öyle ki, dindeki hiçbir mesele üzerinde bu kadar sıkı durulmamıştır. Din düşmanlarını dost edinme (ya da yönetime getirme) meselesinde takınılan tavır, mülk edinerek yığma ve artırma meselesine karşı takınılan tavra benzemektedir. Diğer büyük günahlara gelince, Kur’an-ı Kerim bunlara karşı çıkmış ve sert ifadelerle bu tür davranışlara son verilmesini istemiştir; ancak bunların haram kılınışı bağlamında kullanılan dil, bu iki olgu (mülkü sahiplenmek ve din düşmanlarını dost ve yönetici edinmenin yasaklanması) bağlamında kullanılan dilden daha yumuşaktır. Buna zina, içki, kumar, bunlardan daha ağır bir suç olan Allah'ın haram kıldığı cana kıyma ve yeryüzünde bozgunculuk yapma da dâhildir. Bu suçların tümü, mülk yığmak ve din düşmanlarını dost ve yönetici edinmek suçunun yanında çok daha hafif kalırlar.

Bunun sebebi şudur: Yukarıda işaret edilen günahların tümünün ortay çıkardığı uğursuz sonuçlar, bir ferdin ya da birkaç ferdin ötesine geçmez. Sadece ruhu bazı yönlerden olumsuz anlamda etkiler. Yalnızca bireysel işlere ve fiillere egemen olma özellikleri vardır. Ancak halkın sınıflara bölünmesinin olumsuz sonuçları, dinin binasını temelinden yıkıcı, insan hayatı üzerindeki etkilerini silici niteliklere sahiptir. İnsan denen canlı türünün hayat düzenini alt üst eder, insanın fıtratı üzerine kalın bir perde çekerek, onu fonksiyonsuz ve işlevsiz hâle getirir ki, böylece fıtrat ve yaradılış gayesi unutulmaya terk edilir.

Tarihin akışı, bu iki büyük suç üzerinde sıkı sıkıya duran Allah'ın kitabını doğrulamıştır. Çünkü toplumların sınıflara bölünmesi adaleti yok etmiştir, mülkleri yağmalananlar mallarına, ırzlarına ve namuslarına sahip olamamışlardır. Bu duruma düşen milletlerin ne ölme ne de yaşama hakları vardır. Onlara egemen olan zalimler izin vermezler ki, ölsünler, göz yummazlar ki, hayatın nimetlerinden faydalansınlar. Adalet, bu duruma düşen milletleri terk etmiştir, bütün değerler onları geride bırakarak göçüp gitmiştir.

Kapitalizmin doğal sonucu; malın depolanması, servetin yığılması, böylece toplumda servetin en üstün değer ve şeref hâline gelmesidir. Bu durum dünya savaşlarına ve insanlık âleminin, mutlu varlık sahipleri ve mutsuz yoksullar olarak ikiye bölünmesine sebep olmuştur. Zenginle yoksul arasındaki uçurum günden güne sürekli olarak büyümüştür. Bu nedenle insanlık öyle felaketler yaşadı ki, dağları un-ufak eden, dünyayı sarsan, insanlığı yok oluşla ve dünyayı yıkılışla tehdit eden türden. Ancak bu konuda aldatılan insanlık, geldiği son nokta itibariyle maalesef bu algıdan oldukça uzaklaşmış ve bu gasıp hırsızların yaptıklarını göremeyecek kadar körleşmiştir.

Ezilenler, yüzyıllardır zihinleri uyuşturarak teslim alan bu ihanetin kurbanı olmuştur. Ezilen sınıfların bu mahrumiyetten ve ezilmişlikten kurtulabilmesinin birinci şartı bu yanılsamadan kurtulmalarıdır.



Son günlerde ülkemizde yaşanan olaylar, ibretlik yönleriyle bir kez daha bu acı gerçeği gözler önüne serdi. Uyanışın, ezilen mazlum halkların kurtuluşunun, yerleşik bakış açısı değişmeden mümkün olamayacağı gerçeği bir kez daha ortaya çıkmıştır.



Taksim rüşveti:



1 Mayıs işçi bayramı, işçi sınıfının kazanımlarının bayramı! Açlığın mı? Yoksulluğun mu? Yoksa sömürünün mü, bunu anlamlandırmak oldukça zor. Emekçinin birlik oluşuna, sınıfsal birlikteliğine, zulme ve sömürüye isyan bayrağı açacağı bir güne ihtiyaç varken, isyan gününü teslimiyet gününe çevirmenin altında yatan sinsi planın bir yansıması gibi oldu Taksim rüşveti. Ne verildi? Egemenler, mülkü zimmetine geçiren hırsızlar, tacizlerinden vaz mı geçtiler? Emekçiler insanca bir yaşam hakkı mı kazandı? Hayır! Hiç biri değil, sadece ve sadece uyutma rüşvetiydi Taksim ve bu rüşveti almak çok da zor gelmedi işçinin hakkını bayrak edinip egemenler gibi yaşayan işbirlikçilere.



Mazlum, çaresiz, en ufak bir kazanıma dahi aç bırakılan zavallı emekçileri aldatmak çok kolaydı belki ve öyle de oldu. Sindirilmiş ve işbirlikçi örgütlenmelere kurban edilmiş olan işçi sınıfı, böylece işbirliğini kazanım sanarak aldatılmaya ve işbirlikçilerin yaptıklarına bakarak aradaki farkı değerlendirme algısından uzaklaştırılıp göstermelik eylemlerle uyutulmaya devam etsin. Yani sözde işçi temsilcileri bir eli yağda bir eli balda sömürerek yaşarlarken, o sömürüye maruz kalan emekçi, düşmanını dost sansın, onu rehber edinsin. O alçakları rehber edinsin ki, kendi gücünün asla farkına varmasın.



Kaset olayı:



Bir kaset ortaya çıktı, henüz kasetin ne kadar doğru ne kadar komplo olduğu bile ortaya çıkmamışken, kasetin başrol oyuncusu, toplum algısında yok edilmiş belki de yaşadığı toplumda içselleştirilen bakış açısı sebebiyle siyasi hayatını sona erdirdi. Kaldı ki, gerçek olsa dahi aile kurumunu zedeleyici, gayri ahlaki olan bu durum, bu derece kabul edilemez olarak algılanırken, nasıl oluyor da işçiyi köle gibi çalışmaya zorlayan, fakir-fukarayı insan yerine dahi koymayan, halkın çoğunun bir ömür boyu ırzına geçip zihnine tecavüz eden, hayata küstüren, çaresiz kalan insanların fuhuş pazarlarına düşmesine zemin hazırlayan hırsızlar hoş görülebilmektedir. Halkı böylesine bir yanılgıya düşüren ne olabilir? Bireysel zenginliğin toplumları yok eden kahrolası sonuçlarının suçlusunun bizzat zenginlerin kendileri olduğu gerçeği nasıl perdelenmiş olabilir?



Şimdi iktidarı sömürerek zenginleşen malum şahıs hakkında benzer bir kaset ortaya çıksa sonuçları ne olur? Hâlâ halkın yüzüne aynı pişkinlikle bakabilir mi? Bırakın halkın yüzüne bakmayı, emin olun bu halk onun yüzüne tükürmeyi bile çok görür. İşte bu noktada algıların ters-yüz edilerek “ne olursa olsun sömürmeye ve yeryüzünü sahiplenmeye devam edelim” diyenlerin her türlü alçaklığa rağmen mazlumların zalimlerle yaptığı işbirliğiyle karşılaşıyoruz. Bu işbirliği, hangi konuda farklı düşünüyor olurlarsa olsunlar, dinleri, fikirleri, milletleri vb. -ki, onların ne dini ne fikri ne de milletleri yoktur; onların dinleri de imanları da vatanları da milletleri de sadece paradır- farklı da olsa onları egemen zihniyetle işbirliğinden uzaklaştırmaya yetmez. Ezenler her şart ve durumda sabit durumlarını korumayı ilke edinmiş ve ne pahasına olursa olsun, dinleri, namusları, şahsiyetleri yok olsa bile bu işbirliğinin aksi yönünde tavır ortaya koy(a)mazlar. Halkın gördüğü ters düşmeler, tartışmalar, kavgalar ve savaşlar dahi tamamen çıkarlarıyla ilişkilidir, esasta ezenler iktidarlarını sürekli bu işbirliğine borçludurlar. Kendi aralarında göstermelik muhalefetleri ise algılarına tecavüz ettikleri ezilen kitleleri ayrıştırma hedefinin gereğidir. Nitekim işbirlikleri açığa çıkarsa, ezilen kitleler de yapay ayrıştırmaların farkına vararak bir araya gelecek ve düzenlerini başlarına geçirecektir.



Bu çıkarcı kapitalist zihniyetin uşakları, halka demokrasi sunma adı altında sürekli birbirlerine muhalefet etmektedirler, kapitalist sömürü düzeninin varlığını sürdürmesine hizmet etmekten başka bir vazifesi olmayan bu uyduruk demokrasi, aslı itibarı ile halka sunulmuş bir özgürlük adımı değil, tam aksine halkları sindiren, halkların zihinlerini donduran ve mücadele imkânlarını ortadan kaldıran bir sömürü aracıdır. Nitekim aynen zihinlerde yaratılmış olan tahribatın yansıması, günümüzdeki sömürgeci kapitalist ülkelerin demokratik sistemlerine de yansımıştır. Bazen din, bazen milliyet ya da gelenekler yolu ile prangalanan zihinler, nasıl ki, içinden çıkılmaz bir paradigmaya kurban edilmişse, toplumsal alanda da aslında sömürü sisteminin devamını sağlamayı hedef edinen sistemin tüm sunumları bu ön şartı koruma temellidir. Uyduruk demokrasi armağanları, emekçinin, halkın, ezilen kesimlerin haklarını talep etmesinin mümkün olmadığı, ancak bu ön kabullerin gölgesinde egemenlerin çıkarları ile çelişmeyecek bir kontrol mekanizması görevini üstlenmiştir. Pragmatist yaklaşımlar olma iddiasıyla bu kabulleri evetleyerek ortaya konabilecek mücadeleyi örgütleyenler de aslı itibarı ile sistemin sübvanse aracı olarak kullanılmaktan öteye gidememektir. Nitekim zihinleri kapitalist algı virüsüyle esaret altına alınmış olan bedenlere özgürce seçim yapma hakkı sunmak, halkı farkında olmadan gönüllü köleliğe mahkûm etmektir.



Farklı ideolojiler ya da politikalar ortaya koyarak halkın tüm dayanaklarını kendi arasında pay eden işbirlikçilerin yapay muhalefetlerini incelediğimizde karşımıza sayısız farklılıklar çıkar. Ancak bir ortak yönleri vardır ki, meselin aslı tam da oradadır. HAYAT, yaşanan hayatın kendisi, yani praksis, yaşam biçimleri, mülkle olan ilişkileri, tapınma noktasına ulaşan mülk hastalıkları. Bir de dönüp ezilen halka bakacak olursak, oradaki manzaranın da farklı olmadığını görürüz. Halk da kendi içerisinde birçok suni farklılıklarla bölünmüşken, ortak nokta bir tanedir; mülke olan ilişkileri, yani ödeyemedikleri borçlar, ödeyemedikleri kiralar, açlık, yoksulluk, emek hırsızlığına maruz kalmak, yani HAYAT, yaşanan hayatın kendisi, yani paraksis.



Egemen sömürü sistemleri, kalkınma ve liberal demokrasi yalanlarıyla halkı uyutmakta ve gemisini yüzdürmeye devam etmektedir. Bu, ortaya çıkan toplumsal sonuçtur. Bu işgalin etkisini ortadan kaldırmak, zulüm ve sömürü yerine adalet, eşitlik ve kardeşliğe dayalı bir sistem inşa edebilmek ancak bu iki dayanak (biri sistemin korunmaya dayalı sübvanse araçları, diğeri halkların zihinlerinde oluşturulan uyuşturulma) sonucu oluşturulan tahribatları ortadan kaldırmakla mümkün olabilir.



Kader yalanı:



Yerin 540 metre altında bu ülkenin en değerli insanlarını yitirdik. Evet, bu ülkenin en değerli insanlarını diyorum, çünkü öyleler, çünkü sırf yaşayabilmek için, hayatlarını sürdürebilmek için, çaresizlik içerisinde o zor şartlarda çalışmak zorunda bırakıldılar. Birileri rahatlık içerisinde bir damla alın teri dökmeden gemiler, villalar, mülkler yığıp zevk ve sefa içerisinde şerefsizce yaşarken, onlar en zor şartlarda bir parça ekmek kavgası veren emekçileri, namusluları, şereflileriydi bu ülkenin. “Kim bunun suçlusu? Kim bu en değerleri insanlarımızın katili” diye düşündürülen halkımıza cevap zamanın Firavunundan gelmekte gecikmedi: ALLAH!



Şöyle bir tarihe seyahat edince hemen piramitlerin yapımında can veren binlerce insan geldi gözlerimin önüne. O da bir işti ve bu algıya göre o piramitlerin yapım işinin kaderinde de ölüm vardı. Yani binlerce yıl önce yaşanan cinayetin adını bugün de “kader” koyan aynı zihniyet olmalı. O dönemlerde birileri “bu kader falan değil, bu senin ve senin gibi mülke tapanların cinayetidir” diye isyan ettiler. İşin tuhaf olan tarafı, o gün isyanın adı “Allah”, o gün zulme dur diyenlerin temsilcisi Musa, asiler de Mü’minlerdi. Yeryüzünde yaşanan cinayetlerin, sömürünün ve haksızlıkların kaynağı yeryüzünde büyüklenerek halka eziyet edenlerdi. Bugün de böyle olmalı. Nitekim piramitlerin koca taşları arasında kalan cesetler, sırf egemenler daha lüks (hayvanca) yaşasın içindi. Bugün yerin altında kalan cesetlerin tek sebebi de bu olabilirdi ancak.



Zamanın Firavunu suçu yine Allah’a atma derdinde kıvranıyor. “Madencinin kaderinde ölüm var!” Nasıl da bir uyutma metodu, zaten din algısı da felce uğratılan halkı bu şekilde kandırmak çok zor değil. Bilakis en kolay yöntem bu değil mi? Oysa bu din, adaleti, eşitliği ve vicdanı esas alır, insan hayatını en yüce değer olarak nitelendirir. İnsan hayatını neye mal olursa olsun asla mal ile meta ile kıyaslamaz.



Uyanık yandaş kesim savunma naraları atmaya başladı, onların gözüyle meseleyi inceleyelim desek, ulaşacağımız noktada yine zulüm ve adaletsizlikten başka bir sonuçla karşılaşmayız.



Savunularını tüm önlemlerin alınmış olması yalanıyla desteklemelerini de görmezden gelelim bu değerlendirmede. Öyleyse soralım bakalım eğer bu işin yapılması toplumun ihtiyacını karşılayabilmenin olmazsa olmazıysa ve tüm önlemler alınmışsa, bu sonuç neden orada can verenlerin kaderi oldu? Neden birileri bu işi çaresizce yapmak zorunda bırakıldı? Ya da soralım bu zihniyete, eğer bu işin kaderinde ölüm riski daha fazla ise neden orada can verenlerin yaşam standartları sizin gibi tuzu kurulardan çok daha beter durumda? Sorulabilecek soruların ardı gelmez, bu günahı, bu zulmü iyisi mi siz sona erdirin. Mesela hiçbir şey yapamıyorsanız, zerre kadar samimiyetiniz, imanınız varsa mülklerinizi o mazlumların ailelerine vakfedin de vicdanınızı rahatlatma yoluna gidin. Ben de abarttım galiba değil mi? Siz zaten bu zulümleri, adaletsizlikleri, haksızlıkları sadece bu kahrolası dünya malı için yapmıştınız. Bu zihniyet şerefini, karakterini, vicdanını, her şeyini verir ama malını, parasını asla vermez, “Şerefim develerimin sırtındadır” diyen Ebu Süfyan misali sizin her şeyiniz, şerefiniz, dininiz, imanınız o gasp ettiğiniz mülklerinizde saklı, canınızı bile verirsiniz, ama malınızı asla!

Kapitalist abluka her yerde

Bedenlerinize bulaşan virüsten başınızı keserek kurtulamazsınız. Her ne kadar yolunuzu çizen doktorunuz, ağanız, paşanız, emperyalist ABD’niz, İsrail’iniz size bu yolu tavsiye ediyor, sizi bu yola sevk ediyorsa da...

Yıllardır Ortadoğu'nun kanayan yarası olan ve bir türlü çözülemeyen Filistin meselesi, bu coğrafyanın en önemli satranç taşı olma özelliğini koruyor ve Ortadoğu’ya ilişkin tüm hedeflerin yön tabelası gibi dünyanın egemen güçleri tarafından kullanılıyor. Filistin meselesi üzerinden Ortadoğu, özellikle de Arap halkları yönlendirilebiliyor, böylelikle asıl hedefler saptırılabiliyor ve asıl düşman gizlenebiliyor. Halkları sömüren, ezen, satan işbirlikçiler, Ortadoğu halkları tarafından dost zannedilebiliyor. Böylelikle her türlü kirli oyun oynanarak "sosyal adalet" algısı düşmanın da hedeflediği bir merkeze kilitlenerek hayatlarımızı, algılarımızı ve ilişkilerimizi kapitalizm denen şeytanın kucağına atıyor.



Tüm dünya kapitalistleri tarafından desteklenerek Ortadoğu’da konuşlandırıldığına ve desteklendiğine inandığım İsrail terör devletinin insani yardım taşıyan bir gemiye uluslararası sularda gerçekleştirdiği saldırının kesinlikle ülkesinin direkt çıkarlarıyla alakalı olmadığı kanısındayım. Elbette yıllardır Filistin’e uyguladığı zulümler ve ambargolar içinde geçerli bu.



İsrail’in yıllardır uyguladığı katliamların açıklanabilecek hiçbir tarafı yok. Bunu yapan ya da yaptıran ne inanç ne milliyetçilik ne de ülke çıkarları olamaz. Ortaya konulan uygulamalar ancak parayla satın alınmış bir kiralık katilin yapabileceği cinsten. Yani orada tüm dünya kapitalistleri tarafından satın alınmış bir çete var. Bu çeteyi gerektiğinde kullanmak üzere orada bulunduruyorlar.



Eğer bir insanı sömürmek istiyorsanız onu öldürerek ya da esir alarak bunu asla başaramazsınız, sömürebilmeniz için onun canlı, üretken olması gerekir, aynen bu şekilde bir toplumu sömürmenin yolu da budur. Yani hayatta kalmalı, inancının gereksinimleri, duyguları bir şekilde tatmin olmalı, o toplum karşısında bir düşman görmeli, enerjisini ona harcadığını düşünürken, ürettiğinin düşman eline geçtiğini asla fark etmemeli.



İsrail’in tüm yaptıkları özellikle de şu son gemi katliamı bunun en bariz örneği. Ülkesinin ya da inandığı kutsal değerlerin çıkarlarını düşünen bir ülke neden uluslararası sularda bir gemiye saldırsın, tüm dünyanın gözünün içine bakarak böylesi bir korsanlık örneği sergilesin? Açıkça "ben saldırgan ve katil bir ülkeyim" diyerek tüm dünyayı karşısına almayı neden göze alsın?



Şu an çok büyük bir başarı sağlamışçasına gururla ülkesine dönen, torunlarına anlatacak bir kahramanlık hikâyesini tarihlerine yazan yolcular, ülkelerinde olup bitenleri, açlıkları, çaresizlikleri, zulümleri ne kadar görebiliyorlar merak ediyorum. İsrail terör devletine lanet okuyan ağızlarından, kendi ülke yöneticilerine şükran dolu sözler çıkması o kadar anlaşılmaz ki.

Türkiye’den giden aktivistleri organize eden İHH başkanı Bülent Yıldırım ve birçok kanaat önderinin Türkiye hükümeti yöneticilerine ilişkin övgü ve şükran dolu ifadeleri tam anlamıyla bir ikilemdi. Yani siz zulüm ve haksızlıklara karşı insanları örgütleyerek dünyanın bir ucuna canlarınızı da tehlikeye atarak gidiyorsunuz, ama burnunuzun dibinde insan haklarını hiçe sayan, şovenist yaklaşımlarla ırkçılığı körükleyen, işçiyi açlığa mahkûm eden, parayı ve para kazananı yüceltip, fakir-fukarayı insan yerine dahi koymayan satılık işbirlikçilere şükran duygularınızı sunuyorsunuz. Anlamak mümkün değil. Bu ikilem tam da uluslararası arenada Ortadoğu halklarını sindirme politikasına dönüşen meselenin ulusal çaptaki yansıması gibi.

Yani birileri katliam yaparak para kazanacak, birileri de bu katliamı kınayacak, böylelikle Ortadoğu halklarının gönlünü kazanarak liderliğe soyunacak. Sonuçta olan Müslümanıyla, Hıristiyanıyla,Yahudisiyle gariban halka olacak, birileri de bundan rant devşirecek. Buna "yazıklar olsun" denir ancak… Bunu basiretsizliklerine mi vermek gerek? Yoksa... Bunun cevabını da yaşanan bu acı tecrübenin sonrasında ortaya konulacak tutum davranışlar gösterecektir.

Bugün Ortadoğu’nın tüm ülkelerinde hakların büyük çoğunluğu ciddi bir abluka altındadır. Neredeyse Filistin’dekinden farksız bir şekilde. Bu abluka gün geçtikçe büyümekte, sömürü ve zulümler artmaktadır. Kapitalist abluka tüm halkları bezdirmektedir. Çok uzağa gitmeye gerek yok, kendi ülkemizde, Türkiye’de halkın büyük çoğunluğu yoksullukla ve işsizlikle boğuşmakta, ekmek kavgası vermektedir. İşçi ve emekçilere uygulanan haksızlıklar İsrail’in yaptıklarından geri kalacak düzeyde değildir. Ülkemizin egemen yöneticileri ve tabii onları aynen dünya kapitalistlerinin İsrail çetesini kiraladıkları gibi kiralayan para babası kodamanların işlediği zulüm ve haksızlıklar İsrail’inkinden geri kalmamaktadır. İşte amaçlanan tam da budur. Hakların gözünü İsrail’in zulümlerine odaklayıp kendi yöneticilerini İsrail düşmanı zannetmelerini ve onlara aldanmalarını sağlamaktır. Kendi yöneticileri İsrail’e "one minute" çeksin, "bu da bizim 11 Eylül'ümüz" desin, "kahrolsun İsrail" desin, böylelikle halk kendi düşmanını dostu sansın, gırtlağını sıkanların elini hürmetle öpsün... Aç yatsın, aç yatmasına sebep olanın kim olduğunu göremesin.

İnanç farklılıklarını körükleyerek algılara tecavüz eden kapitalistler, Ortadoğu’daki problemlerin "inanç farklılığı"ndan kaynaklandığı yalanını Filistin- İsrail sorununu kullanarak bayraklaştırma gayreti içinde. Gerçekten de bunu çok iyi tezgâhladılar ve bu yolla halkları aldattılar. Müslümanları Yahudi düşmanı birer kapitalist, Yahudileri de Müslüman düşmanı birer kapitalist yapmayı hedeflediler ve büyük mesafe kat ettiler. Ne İsrail’in vaad edilmiş topraklar umurunda ne de Kudüs Arap ülkelerinin ya da Türkiye’nin umurunda. Ülkeleri yöneten işbirlikçi egemenler, kapitalist bakış açısının kurbanı olmuş ve daha çok kazanmak, daha fazla zengin olmak amacını güden tefecilere dönüştürülmüştür. Oysa hem Tevrat’ta hem de Kur'an’da birbirine ne kadar da benzeyen bir uyarı var.

“Dinleyin şimdi ey zenginler, başınıza gelecek felaketlerden ötürü feryat edip ağlayın. Servetiniz çürümüş, giysinizi güve yemiştir. Altınlarınız gümüşleriniz pas tutmuştur. Onların pası size karşı tanıklık edecek, etinizi ateş gibi yiyecek. Bu son çağda servetinize servet kattınız. İşte ekinlerinizi biçen işçilerin haksızca alıkoyduğunuz ücretleri size karşı haykırıyor. Orakçıların feryadı her şeye egemen Rabbin kulağına erişti. Yeryüzünde zevk ve bolluk içinde yaşadınız. Boğazlanacağınız gün için kendinizi besiye çektiniz…” (Yakup’un Mektubu: 5/Zenginlere uyarı)

“…Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanları acı bir azabın beklediğini haber ver. O gün o biriktirip yığdıkları, cehennem ateşinde kızdırılacak ve alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak. Onlara 'İşte bu bencilce biriktirip yığdıklarınız; haydi tadın bakalım' denilecek.” (Tevbe 34-35)

Tarih sürekli olarak ezenlerle ezilenlerin mücadelesine sahne olmuştur. Tüm ilahi müdahaleler ezilenlerin kurtarılması adına gerçekleşmiştir. Tüm peygamberlerin mücadelesi, zulmeden müstekbirlerin zulümlerini ortadan kaldırmaya dayalıdır. Hz. Musa, döneminin zalim yöneticisi olan Firavun’a başkaldırmış, köleliğe ve sömürüye karşı savaşmıştır, Hz. Muhammed, Mekke’nin tefeci bezirgânlarına karşı ezilen halkın adalet ve eşitlik mücadelesine önderlik etmiştir. Kısacası Musa’nın, İsa’nın, Muhammed’in ve tüm peygamberlerin mücadelesi, ezilen halkların kurtarılması, yeryüzünde adaletin ve eşitliğin hâkim olmasını amaçlar.

Bugün her ne kadar yapay ayrıştırmalarla asıl mesele olan ezen-ezilen çelişkisinin üzeri örtülmeye, perdelenmeye çalışılıyorsa da mesele sınıf savaşıdır, mustazaflarla-müstekbirlerin savaşıdır. Dünyayı sömürenlerle sömürülenlerin, yeryüzü imkânlarını gasp ederek zenginleşenlerle yeryüzündeki haklarından mahrum bırakılanların savaşı... Kapitalist işbirlikçiler dünyanın neresinde, hangi ırktan, hangi dinden olurlarsa olsunlar, insanları yeryüzünde sınıflara bölen müşriklerin temsilcileridirler. Tüm ezilen halkların eşitlik ve adalet adına verecekleri mücadele, zulme karşı adaletin mücadelesi, Kabil’e karşı Habil’in, Yezide karşı Hüseyin'in mücadelesini temsil edecektir. Gerisi lâf-ı güzaf...

Terörün Kaynağı: Taşeron Devlet

Bir bölgede yaşayan insanlar o bölgenin imkânlarından eşit şekilde faydalanmalı, imkân ve olanakları ellerinden alınamamalı, buna teşebbüs eden birileri olursa engellenmeli, hiç kimse aç-susuz kalmamalı, sokakta yatmamalı, güvende olmalı, şartlar dahilinde sağlık, eğitim ve kültürel imkânlardan tüm halk eşit şekilde yararlanabilmeli; işte böyle bir diyar varsa oradaki düzeni korumak ve devamını sağlamak için halkın kendini temsil ettiği bir mekanizma var olabilir.



Kısaca adalet devleti, bir toplum sözleşmesiyle, o toplumun tüm fertlerinin temsil edildiği, huzuru, adaleti, eşitliği sağlayan yurttaşlar topluluğudur.



Ancak eğer devlet denen mekanizmayı elinde bulunduranlar, birtakım insanları o coğrafyanın imkânlarından mahrum bırakarak söz konusu imkânları yandaşlarına peşkeş çeker, birilerinin halkı sömürmesine ve imkânlardan mahrum bırakmasına imkân tanır, hatta bu güruha zulmünde destek olursa, devlet devlet olmaktan çıkar, başka bir şeye dönüşür, o topraklar üzerinde sulta kurmuş, zorba, terörist bir güç unsuru olur.



Terörist devlet, halkın iradesini dikkate almayarak insanlar üzerinde baskı kuran, yaşam imkan ve olanaklarını ellerinden alan, halkı sınıflara bölerek buradan rant devşirenlerin oluşturduğu gayri meşru tasallut güçlerinin zorba yönetimidir.



Bu tür devletlerin terörle mücadeleden bahsetmeleri ve terörü yok etmeye yönelik olduğunu iddia ettikleri tüm projeler kocaman bir yalandan başka bir şey değildir (Çünkü terörün ortadan kaldırılmasının ilk şartı, öncelikle kapitalist algılarıyla halka kan kusturan yöneticilerin defolup gitmesi, ülkede sosyal adaletin yaygınlaştırılmasıdır).



Bu durumda imkânları ellerinden alınmış, haklarından mahrum bırakılmış olanların itiraz etmeleri, bu duruma karşı gelmeleri terör olarak ifade edilemez. Ancak teröre ve haksızlığa karşı bir başkaldırı ya da kapitalist devletin işlediği zulümlerin sonucu olarak ortaya çıkan karmaşa ve çatışmalar olarak tanımlanabilir. Nitekim bu insanlar esasta hakları olmayan şeyleri talep etmiyor, bilakis ellerinden alınmış olan hakların iadesi için mücadele ediyor olabilirler.



Bir ülkenin fakir, yoksul ve haklarından yoksun bırakılmışları kendilerini ne kadar vatandaş olarak hissedebilirler? Vatandaş olmak o ülkenin imkân ve olanaklarından faydalanmakla, temel hakların koruma altına alınmış olmasıyla, zaten var olan yeryüzü nimetlerinin gasp edilmesinin engellenmesini sağlayacak bir mekanizmanın varlığını hissetmekle söz konusu olabilir. Ezilen halklar, mahrum bırakılan fakir insanlar devlet denen mekanizmanın hiçbir nimetinden faydalanamamaktadır. Bu insanlar en temel insani haklarından dahi mahrum bırakılmışlardır, güvenliklerini, yaşam imkânlarını, emeklerini gasp edenler kanunlarla korunmaktadır. Oysa devlet, halkın temel hak ve ihtiyaçlarının garantisi olmalıdır. Eğer bu tür hizmetler söz konusu olacaksa devlet meşruiyet kazanabilir. Aksi halde devlet denen şey, vatandaşa hizmet eden, onun ihtiyaçlarını gideren bir mekanizma olmaktan çıkıp zenginlerin hegemonyasını destekleyen bir örgüte dönüşür, insanların imkân ve olanaklarını çalan hırsızların jandarmalığını yapmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Halkın yanında değil, halkı sömürenlerin halka karşı korunmasının garantörlüğünü yapmış olur.



Maalesef yaşamakta olduğumuz ülkeyi az bir dünyalık çıkar uğruna cehenneme çeviren, gün geçtikçe acıları, yoksullukları ve çaresizlikleri arttıran yöneticiler yönetmektedir. İçeride halkın imkânlarını gasp eden, insanları mahrum bırakarak zenginleşen parazitleri koruyan bir çeteye, dışarıda da emperyalist ABD’nin ve tüm dünya kapitalistlerinin Ortadoğu’daki taşeronluğunu yapan bir güce dönüşmüştür.



Bugün var olan kapitalist devletler olmasaydı sanırım daha adil bir düzen olurdu. Mesela patronlar bugün olduğu gibi işçiyi sömüremez, ev sahipleri kiracıların paralarını gasp edemez, bankaların faiz yoluyla halkı sömürmesi mümkün olmaz, ırkçılık bu derece körüklenmezdi. Evet, kaos ve karmaşa hakim olurdu belki ama en azından hiç kimse diğerine oranla daha özel olmaz, özel kanunlarla korunmaz, herkes eşit şartlarda olurdu.



Tüm kapitalist ülkelerin devlet düzen(sizliğ)i, zenginlerin kontrol ettiği bir zulüm ve zorbalık hegemonyasından başka bir şey değildir. Bu tür ülkelerde mülk zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlete dönüşmüş, o diyardan huzur, adalet, eşitlik, kardeşlik ve benzeri tüm erdemler göçüp gitmiştir. Huzursuzluk, zulüm, düşmanlık, kargaşa ve tüm kötülükler hüküm sürmeye başlamıştır.



Dolayısıyla devlet, zenginleri koruyan bir güç olmaktan da öte zenginlerin korunmak için kurdukları bir örgüttür ancak; çünkü kapitalist devlet, mülk sahipleriyle var olmuş, adeta ücreti kapitalist iş adamı tarafından ödenen taşeron bir terör örgütüne dönüşmüştür. Kısaca kapitalist ülkeler devlet değil, zenginlerin para karşılığında kiralamış oldukları satılık işbirlikçi, taşeron örgütlerdir.



Bu tür ülkelerde demokrasi de ancak halkı aldatma adına uydurulmuş bir yalandan öteye geçmez. Yaşam imkân ve olanakları ellerinden alınmış olan insanların fikirlerini ifade etme şansları dahi yoktur; her ne kadar varmış gibi gösterilse de. Çünkü öylesine mağdur edilmişlerdir ki, evlerine ekmek dahi götüremezler, kölece çalışmak zorunda bırakılmışlardır, borç-harç içerisindedirler. Ne kültürel olarak gelişme şansları, ne sağlıklı bir hayat, ne düzgün bir eğitim şansı verilmez onlara. Bu durumda bir devletten, adaletten, demokrasiden söz etmemiz mümkün değildir.



Devletin hiçbir olanağından faydalanamayan bu sözde vatandaşlar ordusu, devletin ihtiyaç duyduğunda kullanabileceği, potansiyel emek gücü ve potansiyel asker olmaktan başka bir şey ifade etmezler; tıpkı ihtiyaç duyulduğunda düğmesine basılacak makine ya da tetiğine basılacak silah gibi. Köleler ağalarını seçemezler, mecburen itaat edecekler, bunun karşılığında bir şey talep edemezler, efendileri isterse yemek verir isterse vermez. Genellikle de yarın işe gelebilecek takati olacak, ölmeyecek kadar verir.



Halkın büyük çoğunluğunu oluşturan ezilen ve mazlum kesimler bu konumdadır. Ne seçme hakkı vardır ne de seçilme hakkı, hele fikrini ifade etme hakkı hiç yoktur. Bu mazlum çoğunluk tamamen mustazaf-çaresiz bırakılmıştır. Siyasi arenada muhatap dahi alınmazlar; hem düşünsel açıdan -ki, bu sayede fikir üretemez, hakkını arayamaz- hem de ekonomik açıdan -ki, bu sayede en büyük derdi karnını doyurmak, hayatta kalabilmek olur.-



İnsanlara hiçbir şey vermeyeceksiniz. İnsanları yeryüzünde olan haklarından mahrum bırakacaksınız. Orada ne bir toprakları olacak ne evleri olacak ne de sigortaları olacak. Ne eğitimden faydalanacaklar ne sağlık hizmetlerinden. Ne ekmekleri ne de suları olacak. Bir de tutup bu halkı askerliğe mecbur kılacaklar; bunun adı terör değil de ne olabilir?



Benim vatanım, benim ülkem diyerek gönüllü askerlik yapılabilecek bir ülkede ne aç ne de susuz vardır, halk zulme uğramıyordur. Aç kalma ihtimali, sömürülme ihtimali yoktur; böyle bir ülkeden bahsetmek gerek.



Şimdi böyle bir ülke yok, ne yapıyor vatandaş? Doğal kaynaklardan olan suyu, elektriği parası olursa kullanabiliyor, parası olmayan hastaneye gidemiyor, okuyamıyor. Vatandaş evine ekmek götüremiyor, çocuğuna süt alamıyor, musluk suyuna ekmek doğrayarak büyütüyor çocuğunu, sonra o yavrucak büyüyünce onun imkânlarını çalarak zenginlere peşkeş çeken kapitalist devlet bana “askerlik yapacaksın” diyor. Bu terör değil de nedir? Bilakis o ülkeye askerlik yapmaktan imtina etmesi, bu ülkeye terörist devlet gözüyle bakması ve bu adaletsiz kapitalist sistemi değiştirmek için mücadele etmesi onun en doğal hakkı, en demokratik, en insani, en vicdani vazifesidir.

Zengin-erkil dönem

Zengin-erkillik, zengin otoritesine dayanan bir tür toplumsal örgütlenme düzenidir. Bu düzenin temelini zengin olanın üstünlüğü fikri oluşturur; kanunlar zenginler tarafından belirlenir, hâkimiyet para sahibi olanlarındır. Bu toplumlarda para sahibi olanlara her şeyden daha çok saygı gösterilir. Zenginin üstünlüğü ilkesi etrafında, toplumun kültürü, adetleri, inancı ve mitolojisi, insanlık düzeni ile gelişen toplumunkinden farklı bir biçim oluşturur. Kapitalist sistemin açılımının adıdır “zengin-erkil” dönem.



Dünya yüzyıllardır insanın hâkimiyetini esas alan, bazen kadın bazen erkek ama insanın hâkimiyetine dayanan toplum düzenlerine şahitlik etti. Ancak gizliden gizliye imkân ve olanakların hâkimiyetiyle var olan bu hükümranlıklar dönemi son bulmuş görünmekte. Artık insan yarattığı canavarı kontrol edebilmekten aciz bir halde maddenin hâkimiyetine boyun eğmekte.



Günümüz insanının ana hedefi, her şeyi bir kenara bırakarak olabildiğince çok para kazanmaktır. Nitekim para, insanlar arasındaki söz hakkı, siyasal erk, üstünlük, şeref vb. kazanımların tek sağlayıcısı haline gelmiştir.



Tüm üstünlükler maddi ölçülerle değerlendirilmeye başlanmıştır. Bu durum aynı zamanda toplumların ahlak anlayışları için de ekonomik bir yargı oluşturmaktadır. Sonuçta insanın kişiliği ve ahlakı da para için bir araç olmaktadır. Artık ahlak ya da kişiliğin ölçüsü, elde edilen ekonomik karşılıkla değer kazanıp kaybetmektedir. Temel insan idealleri tamamen değişmektedir. Artık bu ideallerle bezenen insanımsı varlık sadece ve sadece para kazanmaya adamıştır kendini. İnsanlıktan çıkan bu yeni türün tek hedefi para kazanmak olmuştur.

Doğanın değer üreten tek varlığı olan insanın kendi elleriyle ürettiği ve özünde, yaratılmış olması itibariyle hiçbir değer üretme yeteneği olmayan maddeye bağımlılığının sebebi, işleri kolaylaştıracağı düşüncesi ile bizzat insan tarafından icat edilen paranın, artık insanın değerlerini esir alabiliyor olması hasebiyle tanrı haline gelmiş olmasıdır.

İnsan doğada değer üretebilen tek varlıktır. Ancak insan bu özelliğini doğadan bağımsız gerçekleştiremez. Yani sahip olduğu bu yetenek ancak doğa ile uyumlu -doğanın şartlarını bozmadan- olması halinde söz konusu olabilir. İnsan hayatta kalabilmek için yemek, içmek, ihtiyaç duyduğu havayı teneffüs etmek zorundadır. Aynı zamanda insan sahip olduğu en önemli özelliği icra etmek, yani değer üretebilmek için bu ihtiyaçlarını doğal şartlarda sağlıklı bir şekilde giderebilmelidir.

Özel mülkiyetin olabildiğince yaygınlaşmış olmasının sonucu olarak insan ihtiyaç duyduğu ve esasta hakkı olan bu olanaklardan mahrum bırakılmış ve asli özelliğini yitirerek metalaştırılmıştır. Günümüzde kapitalizm şeklinde biçimlenen bu zulüm ve şer sistemi, insanlık tarihi boyunca farklı ama esasta mülkü sahiplenmeyi meşrulaştıran farklı isimlerle adlandırılmıştır. İnsanın özünden koparak amacından uzaklaşmasına sebep olan bu illetin -Allah’ın mülkünü sahiplenme- insanlığı esir aldığı her dönem uyanışın ve devrimlerin oluşmasını sağlamıştır. Bu mücadelelerin devrimci öncüleri çoğu zaman peygamberler olmuştur. İnsanın bu merkezden, yani insanın varoluş özelliklerinden uzaklaştırılarak anlamsızlaştırılması, diğer metalarla bir tutularak sömürüye maruz kalması peygamberi, vahyi, kitabı, hulâsa yüce yaratıcının müdahalesini gerektirmiştir. Hiçbir olay, bireysel günahlar, ahlaksızlıklar hatta bireysel sapıklıklar bu ihtiyacı doğurmamıştır. Tüm ilahi müdahalelerin nedeni yeryüzünde birilerinin Allah’ın mülkünü gasp ederek zenginleşmesi, çoğunluğun da mustazaf-ezilen, zulme uğrayan- durumuna düşmesi olmuştur.

Yeryüzünde işlenen tüm adaletsizliklerin, eşitsizliklerin, ahlaksızlıkların, sapıklıkların ve hatta çoğu hastalıkların ve ölümlerin tek sorumlusu kapitalizmdir. Sınırsız özel mülkiyetin meşru sayılmasıdır. Tüm kötülüklerin anası kapitalizmin yegâne sorumlusu zenginlerdir. Tüm suçların, tüm ahlaksızlıkların, sapıklıkların, hastalıkların, açlığın, sefaletin, çaresizliğin vb. bütün acıların suçluları ihtiyaçlarından fazla mülk edinerek diğer tüm insanları Allah’ın arzındaki imkânlardan mahrum bırakanlardır. İşte bu sebeple zenginler başlı başına tüm ahlaksızlıkların ve günahların birinci sorumlusudur.

Kapitalistler aşağılık düzenlerini korumak adına tüm imkânlarını seferber ederler. Hiçbir değer, inanç ya da duygu onları etkilemez. Tüm inançları, duygu ve değerleri tanrılaştırdıkları para uğruna istismar eder, bunda hiçbir beis görmezler. Çünkü karşılığını doğrudan burada hemen yarın tanrılarından alacaklarına inanırlar; para kazanarak. Bunu yapmadıkları takdirde tanrıları olan paraya ihanet etmiş olurlar ve onu başkalarıyla paylaşmak zorunda kalırlar. İstismarda asla sınır tanımazlar, gerektiğinde en iyi dindardan daha dindar, gerektiğinde en büyük yardımsever, gerektiğinde en büyük sosyalistten daha sosyalisttirler…

Ardı arkası kesilmeyen bir tüketim, inancı, vicdanı, fikirleri, insanlığı tüketir. Nereye kadar devam edecek, insanlığı imha ne kadar daha sürecek bilinmez. Ama tarih bu dersi bir kez daha hem de çok yakında vereceğe benziyor mülke kul olmuş, parayla var olan bu asalak insanımsı yaratıklara.

İhtiyacından fazla mülke el koymuş olanların suçların kaynağı olduğu gerçeği artık inkâr edilemez durumda hissedilmektedir.

Siyaset: En büyük rant-getirim kapısına, hırsızların iştahını kabartan bir arenaya, toplumlara hizmet etmesi gereken makamlar da artık sadece zenginleşme aracına dönüştü.

Ahlak: Eğer parasız bırakmıyorsa, para getiriyorsa her şeyi meşru sayan bir ahlak algısını yaygınlaştırdı. Zenginleşmiş ahlaksızları şerefli, parasız ama dürüst, ahlaklı insanlarımızı değersiz kıldı.

Din: Dini ya da din adamlığını bir geçim kaynağına çevirdi, bunu yaptı ki, kendi ahırında yemlenen işbirlikçiler yaratabilsin.

Bilim: Para getiriyorsa değerli, ama insana, adalete, eşitliğe hizmet ediyorsa değersiz ve gereksiz görülmeye başlandı.

Sanayi, ticaret: Ücretli kölelerin sömürü aracı, yıpranan bedenlerin katili, semiz hale gelen para babası hırsızlar yaratan keşmekeş...

Ulusal kimlik: Farklılıkları sorun haline getir, insanları düşman yap, onlar kavga ederken sen onların kanını em, bunu mesele yap ki, zavallı halk işin aslını asla anlamasın.

Dostluk, kardeşlik, arkadaşlık: Tüm ilişkileri çıkar ve menfaate kurban ettiler, kaldı mı insani ilişkiler, bıraktılar mı paranın kulları?

Yalan: En büyük yalan, tüm bunların ortadan kalktığı, eşit, adil ve özgür bir dünyanın mümkün olmadığı yalanıdır. Bu mümkün, ama eğer siz yok olursanız bu mümkün. Bunu da en iyi onlar biliyor, yani bu yalanı uydurarak varlıklarını ve sömürülerini devam ettirmek isteyenler. Onların bu yalanını yüce yaratıcı suratlarına adeta tokat gibi çarpıyor:

“Allah söz veriyor; iman edip iyilik, güzellik, doğruluk için çalışanlar önceki çağlarda örneği görüldüğü gibi yeryüzünün egemenliğine gelecek! Onlar için razı olunan din güçlenecek; korku yerini güvene bırakacak...” (Nur: 55)

Mesele zenginlik ve yoksulluğun olmadığı bir dünya kurmaktır. Ve böyle bir dünyayı kurmanın hayal olduğu söylemi, algıları felce uğratan kocaman bir yalandır.

Referandum aldatmacası

12 Eylül’le hesaplaşma mı, yoksa tıkanmakta olan sistemin çarklarını yenileyerek sürecin önünü açmak mı? Egemen güçlerin, ezilen ve zulme uğrayan toplulukları daha fazla, biraz daha fazla sömürebilmeleri aslında böyle mümkün oluyor.



Zulüm, sömürü ve adaletsizliklerin temeli ekonomik ve siyasi alanda güç odaklarının oluşmasına zemin hazırlayan, buna imkân tanıyan, sınırlandırılmamış mülkiyet/güç kaynaklarıdır.



Ancak bu hakikat sürekli yenilenen siyasi ayak oyunları ve yapay tefrikalar yaratma yoluyla perdelenmektedir. Asıl amaç asla halkın huzuru ve mutluluğu olmamış, güç odaklarının baskı ve sömürü araçlarını kullanılabilir ve uygulanabilir zeminlere taşımak olmuştur, olmaktadır.



Siyasi ve ekonomik alanda gücü eline geçirenlerin rahatlıkla değiştirebildiği uyduruk bir anayasa ile insanlık felç edilirken, yine bu anayasayı algıları felce uğratılmış mazlum bir halk kitlesine onaylattırma (evet ya da hayır) çabası, bu sistemin ömrünü uzatmaya, halkı açlık, çaresizlik ve ezilmişlikle baş başa bırakmaya ve gayri meşru zulüm sistemini bir kez daha meşrulaştırmaya dayalıdır.



Bu meşrulaştırma çabası “ağza bir parça bal çalmak” deyimiyle özetlenebilir. Bu, dünya nimetleri gasp edilip rızkı (siyasi, iktisadi, itikadi, insani neyi varsa) elinden alınarak yoksun bırakılmış bir halka, “isyan etmemeye, sesini çıkarmamaya devam et, çaldığım imkânlarından-haklarından birkaçını iade ettiğimi düşünmeni sağlayacağım” demekten başka bir şey değildir. Oysa insanca yaşama olanakları ellerinden alınmış mazlum halkların hakları, o toplumu sindiren zorba güçlerin lutfuyla asla geri alınamaz. Bir halk, tağutun (gücü eline geçirerek zulmeden despot, zalim, azgın sistemlerin) önüne koyduğu yöntemleri kullanarak asla sömürü zincirlerini kıramaz. Zorba sistem, referandumu kendi bekası doğrultusunda halkı uyuşturma aracı olarak kullanıyor.



Gündemde olan referandum oylaması da tamamen bu nitelikte. Nitekim yıllardır sürüp giden baskı, adaletsizlik ve fakirlik sorunlarına değinilmemekte, bu problemler adeta yok sayılmaktadır (esasta meşrulaştırma çabası da bununla alakalıdır). Halkın siyasi ve ekonomik problemlerine pozitif hiçbir katkı sağlamayan, ancak demokrasi ve adaletin yaygınlaşacağı, baskıların sona ereceği yalanlarıyla, içi boş ama dışı parlatılmış bu değişiklikler, olası muhtemel kazanımların da önünü tıkamakta, insanlığın Adalet Devleti hedefini öteleyerek zulüm ve şer odaklarına nefes aldırmaktadır.



Gücü eline geçirerek zulmeden despot, azgın sistemler, sahneye çıkardıkları oyuncuların rollerini halkın nabzıyla dengeler, yeri geldiğinde de söz konusu oyuncuların rollerine son verir, halkın onaylayacağı ama esasta zulüm sistemine hizmet eden yeni uşaklar devşirir. Anayasalar da böyledir, işlev görmez hale geldiğinde yeni boyalarla bezenir, sözde halka, esasta ise egemenlere hizmet eder.



Adaletin yaygınlaşması, darbelerin önünün kesilmesi, eşit hakların söz konusu olması ancak mülkiyetin sınırlandırılması ve özgürlüklerin önünün açılması ile mümkün olabilir. Ancak bu uygulamalar güç odaklarının oluşmasını engelleyebilir. Aksi halde mülkiyetin sınırlamayan her anayasa gücü eline geçirecek muhtemel şer odaklarının darbelerine zemin hazırlayacaktır. Mülkiyeti sınırlandırmayan her anayasa, kaçınılmaz olarak oluşacak olan güçlüler sınıfı için zulümlerine dayanak olacak bir kalkana, yine oluşması kaçınılmaz olan mazlum sınıflar için ise boyun eğdiren, açlığa, çaresizliğe, umutsuzluğa sebep olan bir boyunduruğa dönüşür. Doğal olarak zenginleşmeye-fakirleşmeye imkân tanıyan hiçbir anayasa asla meşru olamaz; aksine halkın sırtında kambur, egemenlerin elinde silaha dönüşür.



Karnı tok, sırtı pek soytarıların, karnı aç, çaresiz, kira zulmü altında ezilen, asgari ücretle köleliğe mahkûm edilen mazlum halkın sorunlarına çözüm üretmeleri düşünülemez. Böyle bir beklentiye girmek ancak felç edilmiş bir zihnin ürünü olabilir ki, algıları felce uğratma operasyonlarının baş sorumluları da halkın toprağına, üretim araçlarına, tüm imkân ve olanaklarına el koyan iktisadi zorbalardır.



12 Eylül’de gerçekleşecek olan referandum, sistemin yenilenmesi ve cilalanarak restore edilmesini amaçlıyor. Hak ve özgürlükler adına hiçbir değeri yok. Referandum sonrası olası değişiklikler, mevcut durumu değiştirmeyecektir.



Kısacası “EVET” sadece değişikliklerin değil, değişiklikler sonrasında ortaya çıkacak genel durumun onaylanması, “HAYIR” ise -bazı devrimci kesimler tarafından her ne kadar bu oyuna gelmeme amacıyla kullanıyor olsa da- var olan uyduruk anayasanın onaylanması şeklinde okunacaktır. Dolayısıyla iki şekilde de egemenlerin çıkarına hizmet edilmiş olacak ve sömürü devam edecek. Açlar açlıklarıyla, çaresizler de çaresizlikleriyle baş başa kalacaklar.



Anayasaya gelince; elbette değişmeli, ama cilalayarak değil, adaletsizliği ve her türlü eşitsizliği ortadan kaldıracak olan bir değişimle. Yeni anayasa zenginlere ve güç odaklarına değil, tüm halkın çıkarlarına hizmet etmelidir. Öyle ki, hiç kimse aç-susuz, evsiz-barksız kalmamalı, hiçbir halk diğer bir halk üzerinde sulta kuramamalı, eşit, adil ve özgür bir dünyanın önü açılmalıdır.

İnsanlık dini: İslam

Özgürlük ve adalet çağrısının, sömürüyü meşrulaştırma dinine dönüştürülmesi



Din, bu sayede egemenlerin sistemini ayakta tutacak, destekleyecek, bir argümana dönüştürülmüş, süreç içerisinde halkın vicdanına, geleneklerine, değer yargılarına hükmeder hale getirilerek toplumsal felce sebep olmuştur.



Yeryüzündeki adaletsizlik ve zulümlerin ortadan kaldırılma mücadelesinin, eşitliği, özgürlükleri yayma ve tüm insanlığın kurtuluşu için mazlumların feryat çığlığı olan Muhammedî mesaj, tarihte ortaya konan kısmi devrimci mücadelelerden sonra, süreç içerisinde insanlığın kurtuluşu davasından uzaklaştırılarak, asıl hedefinin zıddı istikametinde konuşlandırılmış ve bu haliyle algılanmasına sebebiyet vermiştir. Bu yozlaşmanın mimarları da maalesef sözde İslam devletlerinin Müslüman olduğunu iddia eden halife, sultan ve padişahları olmuştur.



Mazlumun feryadının sesi, ezilenlerin isyan çığlığı olan İslam dini, yüzlerce yıllık ihanetler sonucunda özünden uzaklaştırılarak toplumları uyuşturan bir inanışa dönüştürülmüş; adalet, eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve mutluluk kaynağı olmaktan çıkarılarak, yaşanan adaletsizliklerin, zulümlerin ve her türlü sömürünün meşrulaştırma aracı olarak kullanılır hale getirilmiştir.



Egemen güçlerin saltanatlarını korumalarının ve zulümlerini sürdürebilmelerinin İslam’a rağmen olamayacağından dolayı, İslam dini yorum ve tevil yoluyla tahrife uğratılarak özünden uzaklaştırılmıştır.



Tahribata uğratılan din, bu sayede egemenlerin sistemini ayakta tutacak, destekleyecek, bir argümana dönüştürülmüş, süreç içerisinde halkın vicdanına, geleneklerine, değer yargılarına hükmeder hale getirilerek toplumsal felce sebep olmuştur. Toplumlara aşırı dozda enjekte edilen bu yanlış algılar, eşitsizlik ve mahrumiyetlerin meşrulaştırılmasına sebep olurken, zulüm ve haksızlıklara başkaldırının ise ilahi mukadderata isyan olarak algılanmasını sağlamıştır. Sözü edilen unsurlar, yaşanan tüm adaletsizliklerin -zengin- fakir, işçi-patron, güçlü-zayıf vb.- toplumları sınıflara bölen etkenlerin Allah’tan olduğu yalanını bayraklaştırarak, mülk ve iktidar hırsıyla ortaya koydukları haksızlıkların sorumluluğunu yüce Allah’a fatura edecek kadar alçalmışlardır. Toplumları felç eden, toplumsal adaletsizliklere zemin hazırlayarak insanlığı hayattan koparan bu metafizik algılar sonucunda halk, zulüm ve adaletsizliklere karşı tepkisizleştirilmiş, sömürü ve benzeri tüm adaletsizliklerin kaynağının ilahi irade olduğunu zannederek boyun eğer hale getirilmiştir. Hani derler ya “zengini zengin, fakiri de fakir eden Allah’tır”; Oysa bunun böyle olmadığı Kur’an-ı Kerim’de açıkça belirtilmektedir. Bu ayete işaretle İmam Ali’nin açıklaması, gerçekleri göz önüne sermektedir.



“Fitne ve sınama vakitlerinde bilgisizliğe kapılıp mal, evlat sahibi olmanızı Allah’ın rızasına, zengin olmanızı onun lütfuna, yoksulluğa düşmenizi onun kahrına vermeyin. Çünkü noksan sıfatlardan münezzeh yüce Allah -Sanıyorlar mı ki onlara mal ve evlat vererek mükâfatlandırmadayız, yardım etmedeyiz onlara? Hayır, anlamıyorlar (Mü’minun, 55-56)- buyurmuşlardır” (Nehcü’l Belağa-Kaasia hutbesi)



Böyle zamanlarda gerçekleşen itirazlar, din kalkanıyla bertaraf edilmeye çalışılmış; zulme, haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı ortaya konan devrimci mücadeleler, esasta dinsizliğe (haksızlığa, adaletsizliğe) karşı iken, “din karşıtı” olarak sunulup halkın desteğinden mahrum bırakılma çabasıyla karşılaşmıştır, karşılaşmaktadır. Aslında tarih tekerrür etmekte sahne yeniden perdelenmektedir.



“Peygamberler de her zaman bu taşlaşmış ve sapık din anlayışı ile insanlığa, halka karşı olan din ile, şirk ile, tağuta tapıcılık dini ile savaştılar, putları ve şirk dininin bütün alametlerini ortadan kaldırmakla, kılıf uydurucu ve uyuşturucu dini de yok etmeye çalıştılar. Bu da gelecekte ve dün, tarih boyunca, hak dinini izleyen bütün insanların görevidir.” (Dine Karşı Din s.73-Ali Şeriati)



İbrahim peygamber yaşadığı çağda, döneminin egemenlerinin dinini baltasıyla parçalayıp yerle bir ettiğinde, o dönemde hâkim olan dinin bekçiliğini yapan Firavun, halkına:



“Şüphesiz ben (Musa’nın) sizin dininizi değiştirmesinden korkuyorum” (Mü’min/26) demiştir.



Musa, Firavun’a Allah’ın varlığını, birliğini ispat etmek, Firavun’u dindar kılmak için değil, onun kahrolası zulüm sistemini-statüko dinini yerle bir etmek için gelmiştir.



Muhammed, Mekkeli tefeci bezirgânların düzenini yok etmiş, toplumsal adaletsizliklere savaş açarak köleleri ezilmişlikten kurtarmıştır. Mekke’yi paralarıyla halkın üzerine sulta kuran zenginlerden arındırarak eşit ve sınıfsız bir toplum inşa etmiştir.



Sömürüye isyan, adalete ve özgürlüğe teslimiyet dini: İslam



Peygamber’in vefatından Osmanlı’nın çöküşüne kadar yaşanan iktidar mücadelelerinin eseri, tahrif edilmiş din olgusu olmuştur. Günümüzde İslami parti ve cemaatlerin birçoğunun itikadi, siyasi ve içtimai temelleri bu mirasa dayanmaktadır. Bu mirası reddetmeden Muhammedî mesajı anlamak imkânsızdır.



İslam dini zulmetmeyi yasakladığı gibi, zulme rıza göstermeyi de yasaklar. Müslüman, tüm varlığın tekâmülüne (gelişmesine) engel olan faktörlerle mücadele eden, insanların özgürlüklerine engel olan her türlü baskı ve dayatmalara karşı adaleti savunan ve yaşayan bireydir.



İslam dini dinlerden bir din değil, tüm erdemleri kuşatan evrensel bir hayat biçimidir. İnsanlar arasındaki farklı teolojik inanç biçimi ya da felsefi anlayışlar onların Müslüman olmalarına engel değildir. Müslüman olabilmenin engeli, toplumsal hayatta insanlığın faydası yerine toplumların sınıflara bölünmesine (şirke) sebep olan fillerde bulunmak ya da bu fiillere tepkisiz kalmaktır.



“Sizin koşuşturmanız çeşit çeşittir.

Oysa kim malından harcar, Allah (toplum-kamu) bilinciyle yaşar

Ve güzellik namına ne varsa desteklerse

Biz ona cenneti kolaylaştıracağız.

Her kim de cimrilik eder, kendisini yeterli görür

Ve güzellik namına ne varsa hoyratça reddederse

Ona da cehennemi kolaylaştıracağız.” (Leyl, 4-10)



Yeryüzünde adalet, eşitlik, toplumsal huzur, barış, kardeşlik, paylaşma, özgürlük vb. düşüncelerle hayatını şekillendiren ve bu doğrultuda yaşam süren, fakat bununla birlikte farklı din ve ideolojilerle kendini ifade eden birçok kişi vardır. Bu düşünceleri pratik hayatına yansıtan her birey selamete ermiş ve Müslümanlarla aynı safta yer almıştır. Asıl itibarıyla kendini ifade ettiği tanım farklı olsa da yol ve hedefte birleşmişlerdir.



“İslam öyle bir dindir ki, özgürlük isteyen her insanın ödev ve sorumluluğu bu dinin peygamberlerinin görevi ile uyumludur, aynı yöndedir.” (Dine karşı din, s. 69-Ali Şeriati)



İslam dininin insana kazandırmayı amaçladığı duygular, insan sevgisi, tüm varlığın acılarına ortak olma, eşitsizliklerin ortadan kaldırılması isteğidir. Bu duygular özgürlüğün yaygınlaşmasını mümkün kılarak insanlığın tekâmülünü sağlar.



“Çünkü din her şeyden önce ötekini düşünmek, duyarlı olmak, karşılıklı yardımlaşma içine girmek demektir... Dinin esası ve özü, sosyal yaşamdan, insanlara faydalı olmaktan, iyiliği yaymaktan, erdemli ve dürüst yaşamaktan, ekmeğini-aşını olmayanla bölüşmekten, paylaşmaktan geçer” (Yaşayan Kur’an, R. İhsan Eliaçık, s. 81)



Sosyal hayatta hiçbir karşılığı olmaksızın sözde kendisini Müslüman olarak ifade edenlere gelince, bunun hiçbir geçerliliği ve faydası yoktur. Müslüman olabilmek için İslam dininin hak din olduğunu kabul etmek, Müslüman ismiyle anılmak, namaz, oruç ve benzeri ritüelleri yerine getirmek yeterli değildir.



“O namaz kılanların vay haline!

O kuru kuruya yatıp kalkanların vay haline!

Çünkü gösteriş yapıyorlar.” (Maun, 4-6)



Yaşam biçimini adalete ve tevhide göre şekillendirmeyenler İslam’da dâhil hangi isimle kendilerini adlandırırlarsa adlandırsınlar asla bu dairenin içine giremezler. Sözle “Müslüman oldum, Muhammed’in peygamberliğini, Allah’ın kitabını kabul ettim” demenin hiçbir karşılığının olmadığı aşikârdır. Nitekim tarihte zalim halifeler, saltanat peşinde koşan sultanlar, insanları açlığa ve çaresizliğe mahkûm eden padişahlar da rahatlıkla bunu dillendiriyorlardı. Hatta dillendirmekle kalmıyor tüm ritüelleri de gerçekleştiriyorlardı. Günümüzde insanları köle misali çalıştırarak onların sırtından geçinen patronlar, zulüm sistemine önderlik eden yöneticiler, Karunlaşmış iş adamları ve bizzat şirkin temelini oluşturan sermaye dahi “Müslüman’ım” diyebiliyor, namaz kılıyor, başını örtüyor ve “yeşil sermaye” adıyla anılabiliyor (Aynen tarihte “Eğer ayakta kalmayacaksa Muhammed’in dini, alın kılıçlar paramparça edin bedenimi” diyen Hüseyin’i Kerbela’da hunharca şehit eden Yezit ve ordusu gibi).



Toplumun haklarını hiçe sayan, ihtiyacından fazla mülke el koyarak zenginleşen, diğer insanlardan üstün olmaya çalışan, güç-sermaye yığan, diğer varlıklar üzerinde otorite kurmaya çalışan bu kimseler, bireysel çıkarlarını İslam’a tercih etmişlerdir. Toplumsal kurtuluşu, bireysel menfaatleri uğruna feda etmişlerdir, (az bir dünyalık uğruna ahiretlerini heba etmişlerdir), dolayısıyla Müslüman olmaktan bahsedemezler.



Adalet ve Özgürlük çağrısı: Tevhid



Müslüman, hayatın can damarlarına müdahalede bulunarak bu damarları felce uğratmaz, toplumun ekonomik ve sosyal haklarını gözetir, yaşamı daha da yaşanılabilir kılmaya çalışır, tüm insanlığın mutluluğu, refahı, özgürlüğü için mücadele eder, tüm adaletsizliklerin ve eşitsizliklerin ortadan kalktığı kardeşçe bir dünya kurmanın yollarını arar.



İslam’ın temel ilkesi Tevhid’tir. Tevhid’in yaşanılabilirliği ise kesinlikle ve kesinlikle adaletin-eşitliğin uygulanabilirliği ile mümkündür. Dolayısıyla Tevhid ve adalet ilkesi birbirinden kopuk düşünülemez.



Tevhid-la ilahe illallah, yani görülebilir hiçbir otorite tanımamak-hiç kimse üzerinde otorite oluşturmamak, hiçbir baskıya boyun eğmemek-hiçbir baskı uygulamamak, asla özgürlükleri kısıtlamamak-asla özgürlüğünün kısıtlamasına izin vermemek, asla zulüm etmemek-hiçbir zulme boyun eğmemektir (bunları kabul etmek değil, bunları yaşamaktır!).



Bu temel ilkeyi hayatının merkezine yerleştirerek pratik yaşantısında uygulayan her insan Tevhid sancağının altındadır. Nitekim insanın doğaya, hayata ve tüm insanlığa etkileri, düşünceleri ve manevi inanışlarıyla değil, yapıp ettikleriyle, pratik hayatı, yaşam biçimi ve amelleriyledir.



Yaratıcının kullarından beklentisinin ona dönük bir tapınma, ismiyle onu yüceltme gayreti olduğu inancı akıl dışıdır. Nitekim yaratıcının yüceltilmek de dâhil hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, Allah tüm eksikliklerden münezzehtir. Asıl itibarı ile kulluk, birebir kulun kendisi ve yaşadığı toplumla olan ilişkileriyle alakalı bir görevdir.



Asıl istenen, Tevhid ilkesinin hayata geçirilmesidir, bunun hangi isim ya da ideolojiyle ifade ediliyor olduğunun hiçbir önemi yoktur.



Perde yeniden açılmış, mücadele başlamış, adalet çığlıkları, isyan haykırışları göğe yükselmiştir.



“ÇAĞ dile gelsin!

İnsanoğlu kesinlikle ziyan içindedir; bundan hiç şüpheniz olmasın

Bu ziyandan, sadece inananlar, iyilik, güzellik ve doğruluk için çalışanlar, hak ve adalet için el birlik olanlar ve el birlik güçlüklere göğüs gerip acıları paylaşanlar kurtulmuştur.” (Asr, 1-3)



İmam Ali’nin tüm zamanlara ışık tutan bir sözünü hatırlatarak yazımı tamamlayacağım.



“Mazlumun zalimden öç alacağı gün, zalimin mazluma zulmettiği günden daha çetin olacaktır!” (Nehcü’l Belağa, 7 .Bölüm, s. 438)



Ezilenlerin kurtuluşu, insanlığın özgürlüğe ve adalete ulaşması için mücadele eden tüm kardeşlere-yoldaşlara selam olsun…