29 Nisan 2010 Perşembe

YAPAY İSLAM OLGUSUNUN KAPİTALİZME KATKISI -Muhammed nur Denek

Yüzyıllardır zulüm, sömürü ve haksızlıklara uğrayan mazlumlar, yozlaştırılmış din anlayışlarına dayandırılan ihanetlerle aldatılmışlardır. İlahi dinler özünde, insanlığın toplumsal yaşam biçimlerini, ekonomik, siyasî vb. ilişkilerini, adalet ve sınıfsız toplum ilkeleriyle temellendirmektedir. Din olgusu, tarihi süreç içerisinde egemen sınıfların, zulüm ve haksızlıklarını onaylar biçimde tahrif edilerek kullanılagelmiştir. İslam peygamberinin mücadelesi, oldukça zor ve problemli bir dönemde gerçekleşmiştir. Nitekim o dönemin toplumsal yaşayış biçimlerine baktığımızda; zulümlerin, haksızlıkların ve sınıflar arası uçurumların tüm dünyayı etkisi altına aldığını görürüz. Yüzlerce yıl öncesinde dünyayı aydınlatan ilahî adalet dininin (Hristiyanlığın) yozlaşmalar sonrasında etkisizleştirilmesiyle dünya, içinden çıkılması oldukça zor bir kaos ortamı yaşamaktaydı. Peygamber’den önce Araplar, bir kısım çıkar ve mefaatler için Dîn-i Hanîf'i (Hz. İbrahim’in dinini) yozlaştırmışlar, tahrif etmişlerdi. Arap toplumu, haktan, adaletten uzaklaşmış bir toplumdu, zengin ve varlıklı aileler çok farklı bir statüye tabi idiler. Kuvvetliler zayıflara, âcizlere saldırıyor, elinde neyi varsa alıyordu. Köleler, esirler, akıl almaz şekilde işkencelere ve zulümlere maruz kalıyordu. Kadının cemiyette bir yeri yoktu. O, pazarlarda gezdirilen, para ile alınıp satılan basit bir eşya muâmelesi görüyordu. Öyle ki insanlar, kız çocukları olduğunda, diri diri toprağa gömüyorlardı, büyüdüğünde ellerinden alınıp, zenginlere satılmasın diye.
Dünyanın fesat sömürü ve adaletsizliklerle dolduğu böyle bir dönemde Peygamber hayatı boyunca, yeryüzünü yeniden yaşanılabilir, tüm insanların adaletle muamele gördüğü, sınıfsız, zulümsüz bir dünyaya çevirme mücadelesi göstermiştir. İlahi mesajı özüne dönüştürme sürecinin teorik anlamda tamamlanmasından kısa bir süre sonra, Peygamberin vefatı gerçekleşmiştir (kimi tarihçilere göre şehid edilmiştir). Peygamberin vefatı sonrası, pratik anlamda henüz tam anlamıyla hedeflendiği noktaya ulaşmayan, toplumsal adalet mücadelesinin, yozlaşma ve gerileme sürecine girdiği görülmektedir. Dönemin egemen, çıkarcı güçleri, önceki dönemlerde olduğu gibi, dinin tamamıyla ortadan kaldırılıp yasaklanması hâlinde, toplumların isyanının söz konusu olabileceğinin farkında idi. Dünyaperest egemenler, sömürü ve çıkarlarına engel olan, İslam (adalet) dinini karşılarına almak yerine, yozlaştırarak, zulümlerini onaylar bir inanç sistemi hâline getirmeyi tercih etmişlerdir.
Henüz Peygamber hayattayken başlayan bu ihanetler, vefatı sonrasında, daha da kendini göstermiştir. Emeviler döneminde iyiden iyiye kendini gösteren bu yozlaşmalar artarak devam etmiştir. Süreç içerisinde Kur’an ayetlerini çıkarları doğrultusunda tefsir ve te’vil etmişlerdir. İktidarlarını sağlamlaştıracak hadis ve rivayetler uydururken, zulüm ve haksızlıklarını yasaklayan hadis kaynaklarını toplatıp, ellerine geçirdiklerini yakarak yok etmişlerdir. Aleyhlerine hadis rivayet etmeyi yasaklamışlardır. Buna rağmen rivayet edenler olursa ya öldürmüş ya da toplumdan tecrit etmişlerdir (Abdullah bin Mes’ud - Cündüp bin Cünade ”Ebuzer” bunlardan bir kaçıdır).
İmam Ali, adil hilafeti döneminde toplumu ıslah mücadelesi göstermiş, süreç içerisinde toplumda yaygınlaşan adaletsiz gelir dağılımını, yaygınlaşan sınıf farklılıklarını ortadan kaldırma adına önemli adımlar atmıştır. Üç yıllık hilafeti döneminde, önceki halifelerin hatalı uygulamalarını ortadan kaldırma girişimleri, öncesinde iktidarın uygulamalarından çıkar sağlayan kimselerin, tefrika ve isyanlarına sebep olmuştur. Öyle ki bu kısa süre içerisinde sırasıyla Nehrevan, Cemel ve Sıffın (isyanları) savaşları gerçekleşmiştir.
Emevi hanedanı Peygamber hayatta iken, açığa çıkarmadıkları ihanetlerini, İmam Ali döneminde açıkça sergileyen bu kişilerin İslamı temsil adına kurdukları devlettir.
Emeviler ve Abbasiler, zulüm ve haksızlıklarla kurdukları ülkelerini genişlettiler, Arap medeniyetini ilerlet¬tiler ama, İslam'ın esasını ve kökünü, yani hükümet reisi ile halk arasındaki eşitliği, kardeşliği, beraberliği ortadan kaldır¬dılar. Zulüm ve haksızlıklarla halkı perişan ettiler. Arap ve Acem kargaşasını başlatıp, kendileri için heybet¬li saraylar yaptılar ve hükümeti halktan ayırdılar. Saltanat ve sabit hükümet, verasetle geçen devlet başkanlığı, İslam ölçüle-rine uygun değildi. Bunu kökleştirdiler, İslamî hükümet me¬todunu, İslamın toplumsal ilkelerini vb. tamamen tahrif ettiler.
Tarihi süreç içerisinde, İslam’ın yeniden anlaşılması ve toplumlara huzur, adalet, ve mutluluk getiren ilkelerinin hayata geçirilmesi adına, devrimci ayaklanmalar olmuşsa da ciddî bir başarı sağlanamamıştır. İmam Ali’nin hilafeti döneminde vermiş olduğu mücadele dönemin çıkarcı güçleri tarafından bin bir entrika ile engellenmeye çalışılmıştır. Nitekim şehadetiyle sonuçlanan adaletli yönetimi hâlen insanlığa ışık tutmaktadır. Sonrasında İmam Hasan, Emevilere karşı verdiği adalet mücadelesi sırasında zehirlenerek şehid edilmiştir. Hz. Hüseyin’in, dönemin müstekbiri Yezid hükümetine karşı göstermiş olduğu devrimci mücadelesi, Kerbela faciasıyla engellenmiştir. Ardından Tevvabin hareketi, Muhtar-ı Sakafi kıyamı, Zeyd bin Ali’nin kıyamı, Etruş kıyamı, Serbederan kıyamı, Fazlullah Hurufi hareketi vb. ayaklanmalar, zalim yönetimler tarafından engellenmiştir.
Egemen ve çıkarcı sınıfın yüzyıllarca, statüsünü koruma amaçlı (din adına) ortaya koyduğu bu zulümler ve cinayetler, İslam (İlahi Adalet) dininin, hakikatiyle anlaşılmasını oldukça zorlaştırmıştır. Bin bir ihanet sonucu, yozlaştırılırak insanlığa sunulan İslam, adalet dini olmaktan çıkmış, egemenlerin statüsünü koruyan bir muhafız hâline getirilmiştir.

Kapitalizmin toplumları kontrol etme projesi
Dünya coğrafyasında toplumlar üzerinde en etkin alan tarih boyunca din olgusu olagelmiştir. Din olgusunun tüm coğrafyalarda asıl itibarı ile sınıfsal farkları ortadan kaldırarak ezen-ezilen (mustazaf-müstekbir) ilişkisini yok etmeye, egemenlerin saltanatını yıkarak adaleti hâkim kılmaya dayalı prensipleri, sürekli olarak tahribata uğratılarak engellenmeye çalışılmıştır. Süreç içerisinde, insanlık tarihinin belirli kırılma noktalarında ilahî müdahaleler sonucu yeni uyarıcıların ve kutsal metinlerin gönderilmelerine duyulan ihtiyacın bu merkez hedefin insanlığa yeniden hatırlatılarak sınıfsal farklıklıların ortadan kaldırılması, adaletin tesis edilmesi adına tanrısal müdahaleler olarak dünyayı yeniden yaşanılabilir ve varoluşun kaçınılmaz gerekliliği olan sosyal adaletin mümkün olacağı bir diyar kılmak hedefini taşımaktadır.
Tarih toplumları zulüm, haksızlık ve sömürülerle yöneten egemenlerin, çıkarcı güçlerin defalarca kez bu müdahalelerine şahitlik etmiştir. Nitekim birçok uyarıcının, vahye dayalı ilahî öğreti ve müdahalelerin asıl amacı olan sosyal hedeflerinin, bir süre sonrasında amaçsız ve etkisiz bırakılmakla kalmayıp kişi ve toplumları politikleşme, adaletsizliklere müdahale etme hedefi yerine toplumları uyuşturma ve pazifize etme aracı hâline getirildiği görülmektedir. Bu türden ihanetlere uğramış olan toplumlar, genel itibarı ile süreç içerisinde etkisizleştirilmiş ve halkları bölerek birbirine düşürülmüştür. Bu tür toplumlarda ; ırk, kültür, din, mezhep, vb. algıların ortadan kaldırılmasıyla, devrimler gerçekleştirilebilmiştir., Zulmü ve sömürüyü gerçekleştirenlere karşı başarı sağlanabilmiştir.
Toplumların tarihlerini, yaşam biçimlerini ve sosyal ilişkilerini oluşturan en büyük etken din anlayışıdır. Menfaatperest, çıkarcı ve kapitalist zihniyetlerin, zulüm ve haksızlıklarını hayata geçirmelerinin, dine rağmen mümkün olmayacağını bilmelerinden dolayı, dini, İslam anlayışının kaçınılmaz sonucu olan sosyal adalet gerçeğinden ayrıştırma politikalarını hayata geçirmelerine sebep olmuştur. Bu ihanet, İslam dininin uyuşmasının asla mümkün olmadığı kapitalizmi doğal hâle getirirken, İslam’ın toplumsal hayata ilişkin yönlendirmeleriyle benzerlik gösteren sosyalizmi ötekileyen bir bakış açısı oluşmasını sağlamıştır. Kapitalist müstekbirler bununla birlikte, insan aklının ortak kabulü ve dinin temel hedefi olan sosyal adalet ilkesinin kaçınılmaz kurallarını dinsiz ve dini dışlayan bir felsefeye mahkum etmişlerdir. Ateist ve maddeci felsefeye hapsedilen adalet ilkesi bu yolla toplumlarda etkisizleştirilmiştir. Böylelikle toplumlarda politikleşerek hak arama mücadelesi gösteren, siyasî bilinci oluşmuş, zulme ve haksızlıklara karşı mücadele etmeye aday devrimciler, dinden ayrıştırılmış olmalarından dolayı etkisizleştirilirken, dindar, inancında samimi, iyi niyetli kimseler de özel mülkiyetin meşrulaştırılması, artık değerin helal sayılması, paranın gelir getiren bir metaya dönüştürülmesi vb. tahrifler sonucunda mücadeleden çekinir hâle gelmiş, hak arama talebinde bile bulunmaktan caymışlardır. Üstelik toplumsal adalet uğruna verilen mücadeleye vurulan bu darbe öylesine etkili olmuştur ki, yüzyıllardır egemenlerin zülüm ve sömürülerini, şiddetini arttırarak yaygınlaştırmaları engellenememektedir.
İlahi vahyi dikkate alan dindarların, ya da toplumsal sömürünün (kapitalizmin) insanlık dışılığını fark etmiş olan tüm insanların, ortak bir mücadelede dinli ya da dinsiz tüm kapitalistlere karşı savaşımı kaçınılmazdır. Aslına bakılırsa bu merkez mücadele ilahî buyrukların da hedefini tam olarak ortaya koyacak, gerçekleştirecek tek çıkış yoludur. Açlığın ortadan kalktığı, mutlu, huzurlu, insanca ve adaletin yaygınlaştırılıp yaşanılacağı bir dünyayı, bilimsel ve ilahî hakikatleri çok net görebilecek olan özgür, kapitalizm zulmü altında ezilmekten kurtarılmış insanlar yaratacaktır.

Siyasal İslam’ın etkisizleştirilmesi
Günümüze baktığımızda siyasal İslam’ın tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan bir olgu olmadığını, İslam’ın başlangıcından itibaren bir toplum ve devlet düzeni olarak varlığını sürdürdüğünü görürüz. Zaman içerisinde toplumsal ve sosyal bir takım dinamiklerle harekete geçen İslamî akımların varlıklarını ortaya koydukları toplumlarda çok da etkin olamamaları uzun yıllar apolitik, mistik bir tavır sergileyen, ruhban sınıfların, dindar toplumları etkileri altına almış olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu sınıfların ortaya çıkışları Peygamber’in vefatı sonrasında başlayan bozulma sürecinin devamıdır. Emevî, Abbasî dönemlerinde artarak devam eden ihanetler, İslam dininin özünde barındırdığı sınıfsal mücadele ve hak arayışı taleplerinin dahi din dışı olgular olarak algılanmasına yol açmıştır.
Önceki sınıfsal sistemlerin fakihlerinin yaptığı en büyük iş hükümleri ayet ve hadisleri iktidarları destekler bir yaklaşımla yorumlamaları ve tevil etmeleridir. Bu kayıtsızca davranışların neticesinde bu alanda ortaya koydukları en büyük ihanet, bu ayet, hadis ve hükümlerin ekonomiyle ilgili olanlarını mümkün olduğu kadar varlıklı sınıfın yararına tefsir etmek ve yorumlamak olmuştur. Çalışmadan, üretmeden, emek sarf etmeden mülkiyet sahibi olunabileceği yönünde hukukî bir temel ve fıkhî bir kural oluşturmuşlardır. Sonra “İnsanlar kendi malları üzerine yetkilidirler” hadisini de malı olmayanın aleyhine ve mal sahiplerinin lehine tefsir ettiler. Böylece fetva, içtihat ve hüküm çıkarmak için bir temel oluşturdular; mal, mülk düşkünlüğünü, altın ve gümüş yığmayı, servet biriktirmeyi, özel mülkiyeti, sermayeye tapmayı reddeden; ürünün işi yapana ait olduğunu beyan eden, eşitlikten bahseden, bunu tekrar tekrar belirten ve tekid eden onca ayet, rivayet, Kur’an kıssaları, hadisler, sahabenin beyanları ve uygulamalarına rağmen bütün bunları sadece ‘irşad amaçlı’ yani tavsiye ve nasihat amaçlı ahlakî durum olarak ele alınıp yorumlandı. Bunların fıkha girmesine bile müsaade edilmedi ve sadece İslam ahlakı kapsamına alındı. Zenginlerin çıkarlarına tevil ve tefsir edilebilecek ekonomik esaslar ise, fıkhî hükümler, uygulanması gereken kurallar ve ilahî emirler olarak günümüze kadar taşındı. Oysa yoksul ve mahrumların yararına olan ekonomik esaslar; ahlakî değerler, manevi temeller ve irşadî tavsiyeler olarak yorumlandı. Dini temelinden sarsan bu ihanetlerin etkilerini, günümüze dek ortaya çıkan İslamî yapılanmaların büyük çoğunluğunda görmekteyiz.
Egemen sınıflar tarafından, zulme uğrayan Müslüman halkların direnmesini önlemek için insanlar arasında suni (yapay) ayrımlar yaratılmıştır. Mezhepsel, ırksal, fikirsel vs. ayrıştırmaların bu toplumlar içerisinde oldukça yaygınlaşması, beraberinde kendi kendini idare edemeyen, toplumsal sorunlarını çözmekten aciz, dışa bağımlı, güçten düşürülmüş Müslüman halkları oluşturmuştur. Ortaya çıkan bu olumsuz sonuç Müslüman halkların yaşadığı toplumlarda, yapay ayrıştırmaların bertaraf edilmesi, adalet, eşitlik, sınıfsal farkların ortadan kaldırılması temelinde ortaya konacak, sosyal adaletçi (gerçek İslamcı) örgütlenmelerin oluşmasını, güçlenmesini ve etkinlik sağlamasını da zorlaştırmıştır (neredeyse imkansız kılmıştır).
Bu biçare mustazaf halklar yüzlerce yıl etkisi altında kaldıkları zulüm ve baskılar sonucunda yanlızca dinlerini değil, doğal kaynaklarını, kültürlerini, tarihlerini ve hatta kimliklerini dahi kaybetmeye mahkum olmuşlardır. Emperyalizmin kölesi ve sömürgesi hâline dönüştürülerek tamamıyle asimile edilmekle yüzyüze bırakılmışlardır. Çoğunlukla Müslüman halkların yaşadığı bu toplumlarda gerçek anlamda siyasal İslamın varlığını ortaya koyabilmesi mümkün olmamıştır. Ancak bu alanın boş bırakılmasının tehlikeli olacağının farkında olan çıkarcı güçler, siyasal İslam kisvesine bürünmüş, emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmekten başka hiçbir işe yaramayan örgütlenmelerin kısmî olarak önünü açmıştır. Bu toplumlarda sosyal adalet mücadelesi veren İslamî yapılanmalar oluşturulmaya çalışılmışsa da kısa sürede ya yok edilmiş, ya da güçlenmeleri ve etkin hâle gelmeleri, niteliklerini kaybetmeleriyle mümkün olmuştur.

İslamî oluşumlara dair
Dünya Müslümanlarının içine düşmüş oldukları yozlaşmalar, dini temelinden etkileyen hayati unsurlar olarak ortaya çıkmaktadır. İslamî toplumların çırpındıkça batmaları, din temelinde elde ettikleri toplumsal çıkarımları kaybederek depolitize olmaları, daha fazla asimile olmaları sonucunu doğurmuştur.
Bu hâliyle temelleri sarsılmış, özünden uzaklaştırılmış, ilkesizleştirilerek bir bakıma unutulmaya terkedilmiş anlayışlarla sosyal adaleti sağlayacak, siyasî oluşumlar ortaya koymaları, toplumsal sorunlara çözüm üretebilecek siyasî yapılar kurmaları imkansızdır.
Tarihsel asimilasyonun yok ettiği değerleri ortaya koyabilmek adına, ekonomik, kültürel, toplumsal vb. alanlarda İslam’ın tüm sorunlara çözüm getirebileceği gerçeğinin farkında olan birtakım kimseler, yaşamış oldukları coğrafyalarda; örgütlenme, Müslüman halkları yeniden asıl kimliklerine kavuşturma mücadelesi vermişlerdir. Yakın tarihte İkbal, Teleğani, Sadr, Şeriati gibiler yeniden diriliş ve aslına dönme adına ciddî adımlar atmış öncü kişilerdir. İslamî coğrafyalarda etkisini gösteren bu haykırışlar sonucu ortaya çıkan yapılanmalar, kendilerini oldukça kompleks vakaların içinde savunmasız ve hazırlıksız olarak bulmuşlardır. Nitekim ya kendi içlerinde kontrolü sağlayamadıkları için ya da dış etkenlerin sızması ve bu hareketleri emperyalist çıkarlar doğrultusunda yönlendirmeleriyle etkin olmaları engellenmiştir.
Mısır’da başta Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) olmak üzere o coğrafyanın dindar kesimlerini temsil eden oluşumların hâlen varlıklarını sürdürdüklerini görmekteyiz. Ancak yılların birikimi olarak ortaya çıkan bu yapılanmaların onca tecrübe ve olanaklarına rağmen, Amerikan güdümünde olan kukla Mısır yönetimini deviremediğini görmekteyiz. Elbette Mısır’ın en güçlü örgütü olan Müslüman Kardeşler hareketinin önderi Hasan-el Benna’dan günümüze kadar geçirdiği evreleri de gözardı etmememiz gerekir. Günümüzde hâlen Mısır meclisine girme çabaları sarfeden bu hareketin, ekonomik ve siyasî örgütlenmeleri, irşat ve tebliğ çalışmaları yaptıkları görülmektedir. Ancak göstermiş oldukları tüm bu çabalar çoğu zaman Ezher ulemasının kapitalist sömürüyü onaylar açıklamalarının gölgesinde kalmaktadır. El-Ezher ulemasının bu işbirlikçi tavırları o bölgede faaliyet gösteren tüm İslamî hareketleri etkisizleştirilerek, Mısır halkının Amerikan emperyalizmi karşısında güçsüz bırakılarak sömürülmesine sebep olmaktadır.
Cezayir halkının kendi içerisinden çıkardığı oluşumların, bir dönem Fransız sömürüsünü temsil eden rejim ve yandaşlarıyla mücadele ettiklerini görmekteyiz. Sonrasında FİS’in seçimleri kazanması, Fransız ve emperyalist güçlerin müdahale ve kışkırtmalarına zemin hazırlamış, bununla da kalmayıp, Cezayir halkının iç savaş nedeniyle daha da yoksullaştırılması söz konusu olmuştur. Cezayir örneği, İslamî oluşumların temel sorunu olan ilkesizleştirme problemini ifşa eden ciddî bir olgu olmuştur, FİS yapılanma sürecinde sınıfsal mücadeleyi öncelemek yerine, sınıf farklılıklarını yaratan özel sektörü savunmuş, rekabeti teşvik etmenin gerekliliğini öne sürmüştür. Nitekim kapitalist yöneticilerin yıllarca dini içten içe yok etme adına ortaya koydukları, sosyalizm yerine kapitalizmi dinden sayan FİS ve benzeri oluşumların emperyalist güçler karşısında toplumsal değerleri ayakta tutmalarını olanaksızlaştırmıştır.
Pakistan’da da buna benzer gelişmeler görülmektedir. Hindistan’dan sırf Müslümanların kendi devletlerini kurup kendileri yönetmeleri adına ayrılarak kurulan Pakistan, Müslüman halkların yaşadığı ama bir türlü Amerikan emperyalizminden kurtulup iktidarı ele geçiremedikleri ülkeler arasında yer almaktadır. Bu ülkenin halkı da sahip oldukları yozlaştırılmış din anlayışı sebebiyle, Pakistan genelinde sosyal adalet ilkesini temel alan bir oluşumu var etmekten yoksun kalmıştır. Bir türlü başarı elde edememelerinin yanısıra günden güne fakirlik ve yoksulluğun arttığı da görülmektedir.
İran’da devrimle neticelenen uyanış ve direniş hareketinin, uzun yıllar verilen zor ve meşekkatli bir mücadele sonucu, o dönem Amerika’nın Ortadoğudaki en etkin uşağı olan Şah’ı devirerek iktidara geldiklerini görürüz. 1979 Devrimine kadar süren mücadelede İran halkının emperyalizme ve Amerikan uşaklığına karşı oldukça ciddî mesafe alması, sınıfsal mücadelenin gerekliliğinin anlaşılmasını sağlamasıyla, İslam dünyasına örnek olmuştur. Emperyalist güçler karşısında başarının imkansız olmadığını ortaya koymuşlardır. İran İslamî hareketlerini başarıya götüren en önemli etken; Ali Şeriati, Ayetullah Teleğani vb. âlim ve aydınların sosyalist yapılanmalarla bir araya gelerek sınıf temelinde, sosyal adalet mücadelesi göstermeleri olmuştur. Ancak devrim sonrası, devrimi ortaya çıkaran bu etkenlerin sınırlandırılması sonucunda İran halkının sosyal adalet’i talep eden kısmî ayaklanma ve itirazları görülmektedir. Devrim sonrası toprak reformu ve adaletli gelir vergisinin gündemden çıkarılması sonucu zengin fakir kutuplaşmasının sürdüğü görülmektedir.
Uzun yıllardır Lübnan’da faaliyet gösteren ve halkın da desteğini yanına alarak mesafe katetmeyi başaran Hizbullah, İmam Musa Sadr tarafından Hareket-i Mahrumiyye (Mahrumlar Hareketi) olarak sınıfsal mücadelenin ön plana çıkarıldığı bir halk hareketi olarak faaliyet göstermiş ve oldukça etkin hâle gelmiştir. Günümüzde Amerikan karşıtlığının temsilcisi hâline gelen, İran tarafından desteklenen Hizbullah’ın siyasî lideri Fadlullahın’da söylemlerinde ve pratik mücadele alanında sosyal adalet olgusunu temel aldığı ve dünyada Aydınlanmacı pozitivist etkiler altında İslam aleyhinde önyargılı olmayan sosyalist ve antiemperyalist oluşumların takdirini aldığı görülmektedir.

Türkiye’de siyasal İslam süreci
Osmanlı’nın yıkıntıları arasında yükselen Cumhuriyet halkı, dini kullanarak sömürdüğünü iddia ettiği din adamlarını idamlarla katlederken, diğer yanda Müslüman halkın olası devrimci mücadelelelerine engel olmak adına, dinî alanda halkı yönetip yönlendirecek olan işbirlikçi din adamlarını da yedeklemeyi unutmamıştır. Cumhuriyet İstiklâl Mahkemeleriyle Osmanlı döneminde dinsizlikle, anarşistlikle, solculukla suçlanarak katledilen birçok devrimci din âliminin kalıntılarını da ortadan kaldırmıştır. Emperyalist ve kapitalist sömürüyü dikkate almaksızın, şekilcilikten öteye geçmeyen bir din anlayışını ortayan koyan âlimlerin varlığını ise tehdit olarak görmemiştir. Nitekim bu tarz bir din anlayışının toplumu sindirmede ciddî katkıları olmuştur. Ezilen ve sömürülen halkın siyasetten uzak tutulmasını sağlamanın yanısıra, hak talebinde bulunmanın, iktidara isyan etmenin haram sayılmasıyla da yozlaştırılan din anlayışı, kapitalizmin hizmetine sunulmuştur. Hatta şu anda da âlimler ve din adamları hâkim sınıfla uzlaştığı için gerçek âlimleri ve İslam'ı toplumda lekelemiş, sevilmez bir hâle getir¬miştir. Bugün halk bazında gerçek âlimlere ve İslam'a olan antipatinin nedeni din adamlarının hâkim sınıfla uzlaşması ve entegrasyon içine girmesidir. Sosyalistlerin, Müslümanları iflah olmaz kapitalizm yanlısı sağcı olarak görmeleri de devletin zulüm ve haksızlıklarını görmezlikten gelerek kutsayan yanlış din anlayışının sonucudur (oysa ki İslam dini, haksızlık ve zulme asla sessiz kalmamayı emretmektedir).
Cumhuriyetin ilanı sonrası, sosyal hayattaki devrimler ve birtakım din adamlarının ihaneti, halkı çok büyük bir sinmişlikle başıboş bırakmış ve iradesizleştirilmiş bir topluluk olarak geleceğe taşımıştır.
Halkı siyasetten ve siyasî düşünmekten uzaklaştıran bu tür faaliyetler bir dönem etkinliğini sürdürmüştür. Sonraki dönemlerde İslam’ın kamusal ve siyasî alanda bulunması kaçınılmaz hâle gelince o alanları da kontrol altına almak adına alternatif yapılara ihtiyaç doğmuştur. Yeterliliklerini yitiren şekilci yapıların yansıra kapitalizmle barışık ama siyasî alanda İslamı temsil iddiasında olan Millî Görüş hareketi yükseldi. Ancak bu iki yapıda hâlen ihtiyaca binanen kullanılmakta ve o alanları boş bırakmamaktadır.
Süreç içerisinde, özellikle İran Devrimi sonrasında bir takım rejim karşıtı söylemleriyle adından söz ettiren İslamî yapılanmalar olmuşsa da ciddî gelişmeler kat edememiş, kısa sürede engellenmişlerdir. İslam dininin özünde var olan sosyal adaleti, sınıfsız toplumu, antiemperyalizmi, antikapitalizmi, huzuru ve kardeşliği, sömürüye karşı devrimci bir ruhla dillendiren şahıslar ise, diğer yaygın yapılanmaların gölgesinde kalarak etkisiz ve güçsüz bırakılmışlardır.
İran Devrimi sonrasında, devrimin yansımalarının etkilerini yok etmek adına Türkiye’nin doğusunda Hizbullah, diğer bölgelerdeyse Hizbu-t-Tahrir ve benzeri yapılanmalar rejim tarafından örtülü olarak desteklenmiştir. Ne acıdır ki emperyalist güçlerin önlem almak zorunda kaldığı İran devrimi zaman içerisinde zulme isyanın değil, yaygınlaşarak devam eden mezhep taassubunun temsili hâline getirilmiştir. Düzenle barışık Sünni yapılanmaların etkilerini kısmen kaybetmesiyle kaygılanan sömürü güçleri, günümüzde Şiî yapılanmaların önünü açmaktadır, olası bir devrimci sınıf mücadelesinin önünü mezhepsel tefrikalarla yok etme adına olsa gerek.

Ilımlı İslam aldatmacası
Bugün her ne kadar “İslamcı gruplara karşı Ilımlı İslam. Ve ben bunun merkeziyim” (Aydınlık Dergisi, 28 Mart 2004, 871, 10.s.) diyen Fethullah Gülen bu sözlerle dünyaya kendini bu ekolün mucidi ve öncüsü olarak tanıtarak bir yerlere mesaj gönderip bu işin merkezi olduğunu ilan etmişse de “Ilımlı İslam” denilen uyduruk bir düşüncenin geçmişi çok eskilere dayanır.
Bu ekol, İslam hareketinin karşı devrimcilerinin (Ebu Süfyanoğlu Muaviye’nin, Kab’ül Ahbar’ın, Amr el-As’ın, Ebu Hureyre’nin vs.) mirası olup bugün Amerikan emperyalizmi tarafından yeniden alternatif din olarak İslam âlemine sunulmaktadır.
Emperyalizm (sosyal adalet) İslam anlayışını tamamıyla ortadan kaldıramayacağını anlamıştır. Bundan dolayı toplumun egemen sınıflarını da yanına alarak geçmişte olduğu gibi, dini doğrudan doğruya reddetmeyen fakat inanç sistemlerini körelten metotlara baş vurmuştur. Dolayısıyla adalet anlayışına bire bir tavır almak yerine çok daha kötü, çok daha iğrenç oyunlara baş vurmaya başlamıştır. Eski metodun yerine şimdi İslam memleketlerinde İslam kıyafetine bürünmüş Fethullah Gülen ve AKP tarzında birtakım yapılanmaları ortaya koymuştur.
Kendisini Müslüman olarak tanıtan ve dinî inançlara hürmet ettiğini belirten cemaatler ve sistemler ile zavallı halk, Müslüman bir cemiyette yaşadığını sanıp bütün bu hâllere boyun eğmektedir. “Öyle değil mi ya? Bir takım ‘hoşgörülü’ kimseler namazlarını kılmıyorlar mı? Oruçlarını tutmuyorlar mı? Onlara karışan var mı?
“Şayet bu halklar içerisinde, o oyunlara gelmeyen ve müsaade etmeyen, sahte din adı altında zerkedilen uyuşturucu maddelere kendisini teslim etmeyenler olursa, Allah’ın kelâmını değiştirerek din namına maskaralıklara vasıta olanlara müsaade etmeyen, açıkça küfrün ifadesi olan hükümleri İslam adına kabul etmeyen, fasıklığı, facirliği ve kapitalizmi ilericilik, yenilik adı altında kabullenmeyen bir kitle var ise... Evet bu saydığımız vasıflara sahip bir kitle, toplum içerisinde varlığını koruyabiliyorsa, işte bu şer kuvvetleri o kitlenin üzerine tüm güçleriyle saldırırlar. Bir takım yalan ve ithamlarla onları bastırmaya çalışırlar. Bütün bunların yanısıra beynelmilel basın ve yayın vasıtaları, haber ajansları bütün bu baskı vasıtaları karşısında kör, sağır ve dilsiz gibi hiçbir şey konuşmadan susarlar, görmemezlikten gelirler ve hiçbir şey duymamış gibi olurlar…” (Kutub 1993: 74).
Durum böyle olmasına rağmen bir takım bilinçsiz Müslümanlar da yanılgıya düşerek zulümle adalet arasındaki bu savaşın dünyevî bir savaştan ibaret olduğunu varsayarlar. Büyük bir sindirilmişlikle, dinî ve ahlaki sorumluluklarını yerine getirmektense, gidip basit meselerle meşgul olurlar. Şekilcilikten öteye geçmeyen bir din anlayışıyla, küçük kötülükleri ve günahları bertaraf etmek için çalışırlar. Bu alanda üzerlerine düşen vazifelerin hepsini yaptıklarını zannederler.
İşte bu nedenle açıktan değil gizli, tanrısızlıkla değil tanrıyla, dinsizlikle değil din’le (Ilımlı İslam’la) geliyorlar. Hem de yanına bel’am âlimleri ve ihanet içindeki bir takım idarecileri alarak.
Tüm bunların ötesinde, yalnız ülkemizde değil, tüm dünyada yaşanan küresel kaos ortamının ortadan kaldırılmasının, özellikle Müslümanlar adına yaşanan bunca talihsiz tecrübeler sonrasında zalim-mazlum, ezen-ezilen, mustazaf-müstekbir vb. kutuplaşmaların yok edilmesi temelinde verilecek bir sınıf mücadelesiyle gerçekleşeceği kanaatindeyim.
Müstekbirlerin, dini yozlaştırarak yanlarına almasına destek olmak yerine, adaleti temel alan bir bakış açısıyla kucaklaşmak ve tek yumruk olarak zulmün üzerine yürümek gerekir. Ancak bu temelde dinli ya da dinsiz tüm kapitalistlere karşı ortaya konacak bir mücadele, ilahî dinin gerekliliği olan, yeryüzünün herkes için yaşanılabilir bir diyar kılınmasını sağlayacaktır.
Vesselam...


Kaynakça
Kutub, Seyyid. 1993. Fi Zilal-il Kur’an. Tercüme Emin Saraç, İ. Hakkı Şengüler, Bekir Karlıağa. Cild: 5. İstanbul: Birleşik Yayınları.
"Doğudan dergisinin Türkiye'de İslam ve kapitalizm konulu 15. sayısında yayınlanmıştır"02/2010

İSLAM VE SOSYALİZM--------------------Muhammed Nur DENEK

İslam, toplumlarda huzur ve adaleti yaygınlaştırmak, eşitlik ve özgürlüğü sağlamak, bu uğurda mücadele etmek, bu yolu benimsemek ve yaşamak demektir. Sol ya da sağ ifadeleri ise insanlık tarihinde, var olanı benimseme ya da reddetmeyi ifade eder. Ancak bu anlam zaman içerisinde bu halinden çıkıp bir takım ideolojilerle bağdaştırılır hale gelmiştir.

Günümüzde ideolojik kavramlar haline gelmiş olan bu ifadeler muhalefet yada iktidarı ifade etmek yerine; farklı çevrelerde farklı anlayışlarla içi doldurulmaya çalışılmıştır. Muhafazakar kesimlerce; solculuk dinsizlik, sağcılık muhafazakarlık olarak algılanırken, milliyetçi çevreler bunu vatanseverlik ya da vatan hainliği olarak algılamıştır, benzeri algılar hep iki kutuplu bakış açılarının sonucudur. Siyasal islami kimlikleriyle öne çıkaranlar ise dünyadan kopararak teolojiye mahkum ettikleri tanrı inançları sebebiyle, ne sağcıyız ne solcu diyerek ikisini de dışlama yoluna gitmiştir -oysa ki din hayatın içinde olmalıdır ve doğal olarak da toplumsal ilişkileri şekillendirmelidir-. Bu algıların tamamı aslında yaygın olanın, azınlığa bakışının sol şeklinde ifadesi sonucu oluşmaktadır. Bu anlayışlar zaman içerisinde artık iki farklı anlayışı ifade eder hale gelmiştir. Solculuk, sosyalizm, toplumculuk ve paylaşım, sağcılık ise kapitalizm, bireysel mülkiyet, sınırsız zenginlik ve fakirlik anlamlarını ifade etmektedir.

Bu anlamlarıyla bu iki ekonomik sistemi kendi içlerinde değerlendirdiğimizde birbirine zıt olan iki yapıyla karşılaşırız. Bu iki yapıyı kısaca incelediğimizde İslam’ın toplumsal ekonomik yapıya bakış açısının sosyalizme benzerlikleriyle yüzleşiriz. Sosyalizm, İslam değildir itirazlarını yükselten bazı kesimler aslında ciddi bir demagoji yaparak olayın anlaşılması endişesini taşımaktadırlar. Nitekim İslam’ın ekonomiye bakış açısının bir benzeri olan sosyalizm –müslüman olmadan önce kapitalist olan çıkarcı kimseleri oldukça korkutmaktadır-.

Kısaca inceleyecek olursak; Sosyalizm veya toplumculuk, iktidar ve üretim araçlarının halk tarafından kontrol edildiği bir toplum fikrine dayanan ekonomik sistemdir. Sosyalizm şu anda gerçek anlamıyla hiçbir ülkede uygulanmamaktadır. Sosyalizmin uygulanacağı bir toplumda ortak mülkiyet ve halkın ortak yönetimi bulunacaktır. Hiçbir yapı, iktidar ya da kişi topluma dikta edemeyecektir. Üretim kâr amaçlı değil, yanlızca ihtiyaç için yapılacaktır. Sosyalizmin uygulanacağı toplumlarda mal-mülk sahibi kişiler olmayacak, her şey herkese ait olacaktır. Dolayısı ile topluma kargaşa ve kâr amaçlı çatışmalar değil kardeşlik ve huzur hakim olacaktır. Sosyalizmin en temel ifadesi; herkesten yeteneğine göre almak, herkese ihtiyacına göre vermek ilkesidir.

Kapitalizme gelince; Kapitalizm (anamalcılık/sermayecilik), özel mülkiyetin, üretim araçlarının büyük bir bölümüne sahip olduğu ve işlettiği, yatırım, dağılım, gelir, üretim, mal ve hizmet fiyatlarını piyasa ekonomisinin belirlediği sosyal ve ekonomik sistemdir; fiyatları arz talep dengesi belirler, dolayısıyla emeğin belli bir değeri yoktur. Bu sistemde genellikle bireylerin ya da grupların oluşturduğu tüzel kişiliklerin ya da şirketlerin emek, yer, üretim aracı ve para ticareti yapabilmeye hakkı vardır. Kapitalizm şu anda hemen hemen tüm ülkelerde var olan sistemin adıdır. Bu sistemde tüm üretim ve dağıtım araçları (toprak, fabrikalar, bürolar, ulaşım araçları, basın vb.) bir azınlığın, zengin sınıfın tekelindedir. Tüm zenginlik, kafa ve beden gücünü, maaş ve ücret denilen bir fiyat karşılığı kapitalistlere satan emekçiler tarafından üretilmektedir. Bu üretimin amacı pazarda belli bir kâr ile satılabilecek mal ve hizmetler yaratmaktır. Zengin sınıf lüks ve şatafatlı yaşantısını, emekçi sınıfı sömürerek devam ettirir. Yani para ve imkan sahibi olan azınlıklar, mahrum bırakılmış olan çoğunluk üzerinde sulta kurar “öyle ki paranız nispetinde sağlık ve eğitim hakkınız olur, paranız yoksa yaşama hakkınız da yoktur”.

Sağ ve sol ya da kapitalizm ve sosyalizmi kısaca inceledikten sonra şimdi İslam’ın toplumsal ekonomik yapıyı nasıl belirlediğini inceleyelim.

Mal sahipliği ihtiyaçla sınırlıdır, mülkiyet otorite ve sahip olma gücü anlamına gelir. İnsanın gücü ve otoritesi sınırlı olduğundan dolayı hiçkimse “sermaye ve mülk konusunda” kendini mutlak malik ve tam bir sahip olarak görmemelidir. Mutlak mülkiyet ve kesin sahiplik, insanı ve diğer bütün varlıkları yaratan ve onları kontrolünde tutan Allah’a aittir, o hâlde insanın mülkiyet hakkı asıl sahibi olan Allah’u Teala’nın izin verdiği miktarda ve kendisine bahşedilen akıl ve özgürlük kapasitesi ile sınırlıdır. Allah tektir ve hiçbir şeye muhtaç olmayan sadece O'dur. İhtiyaç içinde olan insandır. Toplumsal adalet, cimrilikle veya para ve malları toplum hizmetinin dışında bırakmakla değil, ancak Allah için, “yani yarattıklarının hizmetinde”, harcamakla elde edilir. Böylece İslâm, kazanma ve harcama faaliyetlerine halkın refahını yükseltecek biçimde, bir yön vermektedir. Allah’ın birliğine teslim olan insanın, bir parçası olduğu dünyanın adil, kudretli bir güce ait olduğunun daima bilincinde olmasını sağlar. Kuran’da yeryüzü ve kaynaklarının Allah’a ait olduğunu açıkça ifade eden birçok ayet vardır. Bu kaynakları insanlığın emrine veren O'dur. İnsan bu konumuyla Allah’ın yeryüzündeki halifesidir, mülkün mutlak sahibi olamaz. Halifesi olduğu mallarda toplumun haklarına riayet etmek zorundadır, aksi hâlde malı sahiplenmeye kalkarsa toplumun hakkını gasp etmiş olur ve cezalandırılır (hırsız hükmündedir).

Kur’an ayetlerinden çıkarılan sınırlı ve izafî mülkiyet ilkesine göre insan ne mutlak maliktir ne de yeryüzünün tam sahibidir. İnsan arzu ettiği ölçüde sermaye biriktirme hakkına sahip olamayacağı gibi, kendi seçtiği herhangi bir yolla maddi zenginlik de elde edemez. Gerçekten yeryüzünün tüm zenginlikleri Allah’a aittir ve insan onun vekili ve hizmetçisidir.

Bu sınırlı ve toplumsal zenginliğin hayata yansıması şu kurallarla sağlanabilir;

1- Toprak ve tabiî kaynaklar hiç kimsenin şahsî malı olamaz. Bütün insanlara aittir.

2- Kişi, toprak ve tabii kaynaklar üzerinde, ancak onları topluma verimli ve yararlı bir şekilde kullanırsa, üretmiş olduğu ürünler ve mallar üzerinde toplumun haklarını gözetirse, kullanım hakkına sahip olabilir.

3- İnsanların ihtiyaçlarından fazla sermaye, para, altın, mülk biriktirmesine izin verilmez. Mal ve sermaye (kapital) biriktirme sınırsız olursa, mal ve sermaye sahipleri aşırı güçlenirler ve hayatın zaruri kaynaklarını da tekellerine alarak toplumun diğer fertlerini zor durumda bırakırlar.

İslam, birey ve toplum için zararlı veya faydasız olan harcamaları yasaklar. Bunlar İslam’ın toplumsal ekonomiye ilişkin bir kısım ilkeleridir.

İslam dini, tabiattaki tüm canlı ve insanların doğal şartlar ya da toplumsal ilişkilere dayalı olarak birbirlerinden farklı yetenek, zeka ve özelliklere sahip olmalarının, yeryüzü imkanlarını kullanmada farklılığa yol açmaması gerektiğini bildirir. Yaratılışta ya da yaratılış sonrası toplumsal ilişkiler sonucu hiçkimse sermaye, yetenek ya da yüksek tahsil görmüş olması sebebiyle diğer insanlardan üstün olmamalıdır. Bu özellikler insanların bir diğerine karşı üstünlüğü ya da eksikliği olarak yansımamalıdır. Aksi takdirde bu zulüm olur, İslam dini bu durumu şirk olarak nitelendirir. Nasıl ki, bedensel ya da zihinsel engelli bir insan bu vasıfları sebebiyle alçak görülmemeliyse, aynı şekilde yetenek, beceri, cinsiyet vb. farklılıklar da üstünlük ya da eksiklik olarak anlaşılmamalıdır, yeryüzü imkânlarını kullanmada insanlar eşit hale gelmelidir. İslam, bu eşitliğin sağlanmasını “tevhid” olarak nitelendirmektedir.

“...yanınızdakilerle eşit hale gelmiyorsunuz, Allah’ın nimetini inkar mı ediyorsunuz?” (Nahl, 71)


“Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin.” (Bakara, 188)

“Servet içinizdeki zenginler arasında devreden bir mal olmasın. (Haşr, 7)

İslam dini, sınıfsal farklılıkların oluştuğu toplumları “müşrik toplum” olarak nitelendirmekte ve men etmektedir.

“Şüphe yok ki, Firavun yeryüzünde (ülkesinde) büyüklük taslamış ve ora halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kesimi eziyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz o bozgunculardandı. Biz ise, istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları varisler kılalım.”(Kasas, 4-5)

İslam dininin toplumsal ekonomiye bakış açısının temel ilkelerini oluşturan bu açıklamalar, sosyalizmin temel ilkesini oluşturan “herkesten yeteneğine göre almak, herkese ihtiyacına göre vermek” ilkesiyle İslam’ın ekonomik ilkelerinin bağdaştığını göstermektedir. Oysa kapitalizmin bencilliğe, çıkarcılığa dayalı, insanların bir kısmını zenginleştirirken diğerlerini fakirleştiren, sınıflara bölen zulüm sistemini de şirk olarak ifade etmekte ve kesinlikle reddetmektedir. Dolayısıyla İslam dini, sosyalizmi kapsarken, kapitalizme şiddetle karşı çıkar.


[02.04.2010'da Evrensel Gazetesi'nde yayımlanmıştır]

29 Mart 2010 Pazartesi

İslam'ın Özü: Sosyal Adalet..................................... [Muhammed Nur Denek]

Sol, neyle tanımlanabilir sizce? Ama neyle tanımlanırsa tanımlansın asla tanımlanamayacağı tek şey vardır belki de: “DİN”. Evet bunu başardılar sonunda; yüzyıllardır, sosyal adalet, toplumculuk, eşitlik, antiemperyalizm, antikapitalizm, anti sömürüyü temsil eden sol, aynı zamanda ne derece zor görünüyor olsa da din karşıtlığıyla da tanımlanır hale getirildi. Eee tabi, en büyük desteği, dini temsil ettiği iddiasında olan kapitalist, servetperest sözde din âlimleri verince, bu pek de zor olmadı; onlarla aynı denizde avlanan peygamberlerin temsil ettiği adalet teknesini boş gören sözde aydın, çıkarcı avcılar da onlarla çakışır görüntüsüyle solculuğu sahiplenmeye kalkınca, çok çok daha kolay oldu dini özünden uzaklaştırıp asla aynı tarafta bulunması mümkün olmayan sağcılık elbisesini dine giydirip pazarlamak...

Böylelikle hem insan aklının vardığı toplumsal adalet ve eşitlik olgusunun, hem de Yaratıcı'nın sosyal haksızlıklara, zulümlere, eşitsizliklere, servet biriktirmelere karşı uyarıları bir anda egale edilmiş ve meydan acımasız, çıkarcı, kapitalist, emperyalist güçlere kalmıştır.

Ne kadar acı, bugün Müslüman sol diye tanımlanabilir hale getirildi adalet; oysa sosyal adaletin, hiçe sayıldığı, egemen sınıfların hüküm sürüp, mazlumların sırtlarında yükseldiği toplumları yok etmek için gelmişti Tanrı buyrukları. Nasıl da beyazı siyaha, siyahı beyaza çevirme planlarını uyguladılar, adeta nemrutları solcu İbrahimleri sağcı, firavunları solcu Musaları sağcı, ebu cehilleri solcu(sosyal adaletçi)Muhammedleri sağcı(kapitalist)diye yutturdular adalete aç, huzur ve mutluluğa muhtaç tertemiz yüreklere.

Din sosyal adaleti emrederken, sınıfsal farklılıkları asla onaylamaz, sınıflı toplumları da bir an önce ıslah etmeyi, dünyayı yaşanabilir huzur ve güvenin hüküm sürdüğü bir tekâmül diyarına çevirmeyi kaçınılmaz bir duruş olarak tanıtır.

İslam dini toplumlar ve şahıslar üzerindeki adaletsizlikleri, aşırı zenginlik ve fakirliği, sömürüyü ve tüm bunların ortaya çıkardığı fesatları kaldırıp, yerine iktisadi adaleti getirerek, adalete ve hakka dayanan sosyal yaşamı hedeflemektedir.

Bu yönüyle sevgili kardeşlerim sağ dedikleri illet, ortaya koyduğu sonuçlar itibarı ile, sınırsız zenginlik ve fakirlikse; kapitalizm ise; sağlık , eğitim ve tüm hayati ihtiyaçların kişisel ekonomik imkanlar doğrultusunda sunulduğu bir dünya yaratmaksa; fırsat eşitliğinin ortadan kaldırılması ve toplumlara hüküm sürmesi ise; din asla sağcılıkla adlandırılamaz.

Aslında şaşılacak şey Müslüman sol tabiri değil, tam aksine, Müslüman sağ uydurmacasıdır. Dindarlık ya da ilahi emirlere duyarlılık asla sağcılıkla ifade edilemez dostlar ! ...

Selam ve dua ile vesselam

İslam Sınıflı Toplumu Reddeder...................................... [Muhammed Nur Denek]

Bir söyleşi programı ve iki konuk. Kulak verelim konuşmalarına...

Önce sosyalist olan konuşmacı gariplerden bahsediyor, onların sıkıntılarını ve sorunlarını dile getiriyor, çözümün sınıfsız bir toplum kurmak olduğunu söylüyor. Daha sonra kendisinin de bu sınıfın bir ferdi olduğunu açıklıyor ve toplumların sınıfsal farklar sonucunda mutlaka helak olacaklarını anlatıyor, sonunda da konuşmasını eşit hakların, adaletin olacağı bir toplum isteğini dile getirip Ernesto Che’ye de bir rahmet göndererek tamamlıyor...

İkinci konuşmacı olan sözde İslam alimi yazar ; sınıfları farklı olan insanların yaşam standartlarının da farklı olması gerektiğini anlatırken bunu Kur'an ayetleriyle ispatlamaya çalışıyor.

"Mesela..." diyor, sakalını sıvazlarken, zengin bir işadamı ifadesini saygıyla dile getirirken, küçümser bir ifadeyle fabrikalarından birinde çalışan işçiyi dillendiriyor ve 'ikisinin ihtiyaçlarının elbette farklı olacağını, çünkü zengin işadamının statüsü nedeniyle çok daha lüks bir evde oturmasının,lüks bir arabaya ya da belki helikoptere ya da yata sahip olmasının gerekliliğini' anlatıyor.

"Çünkü..." diyor konuşmasının devamında, "O Allah tarafından bol rızıkla nimetlendirilen kimse bu nimetlere karşı nankör olmamalı ve toplum içerisinde sınıfsal farklılığını ortaya koyarak Allah’a olan şükrünü eda etmeli (!!!!!!!)"(anlayacağınız öve öve bitiremiyor büyüklenenleri...)

Diğer sınıftan olan gariban işçiler için de söyleyeceği birkaç şey var bu sözde İslam temsilcisi bel’am yazarın... Ona da Yaratıcı'nın uyarılarını hatırlatarak: "İhtiyaçlarını aldığın maaşla sınırlandırmalısın, eğer aldığın maaş tek odalı bir ahırda kalmaya yetiyorsa buna kanaat etmelisin, etmelisin ki Allah’ın sana takdim ettiği azıcık rızkın şükrünü eda etmiş olasın, eğer bunu yapmayarak adaleti kanaatte değil de sınıfsal mücadelede aramaya kalkarsan, sana iş vererek büyük bir lütufta bulunan patronuna nankörlük etmekle kalmaz, Allah’a da isyan etmiş olursun (sosyalist, dinsiz, komünist, solcu olursun"

Ve ekliyor: "Aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz!"(aza kanaat etmekten bahsederken de suratındaki o şeytani gülümseme Allah’ın verdiği rızka kanaatin önemini değil, çaresizleri sömüren patrona yaltakçılık yapmanın getirilerini ima ettiğini ve aksi durumda sahip olduğu işinden de olabileceği uyarısında bulunduğunu açıkça ele veriyor. Esasında ise, Allah’ın verdiği rızka kanaat etmeyenler, yeryüzündeki nimetleri adaletsizce paylaşarak mazlumların emeklerini sömürenler, büyüklenerek sınıf ayrımına sebep olanlardır).

Ve konuşmasını bu mihvalde devam ettiren âlim efendi, İslam Peygamberi'nin o yüce ismini utanmadan anarak konuşmasını tamamlıyor...

"Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele..." (Tevbe suresi-34)

"Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve oranın halkını bir takım sınıflara ayırıp bölmüştü..."(Kasas 4)

İslam’ın devrimci ve büyük peygamberi, müstekbirliğin, zulmün ve şatafatlı yaşam tarzının reddi konusunda asla taviz vermemiştir (diğer tüm peygamberler gibi); sınıfsal farkların, toplumlarda aşırı fakirlik ve zenginliğin oluşmasının daima karşısında olmuştur; dünya görüşü, onun kişiliğinin kerametinden ve insanlar arasında asla ayrımcılık yapmamasından kaynaklanır; ideolojisi ve temsilcisi olduğu dini de bu temellere dayalıdır.

İslam dini, toplumlarda mal ve iktidar sahiplerinin sınıfsal üstünlüklerinin olmadığını, aksine bu gibi kimselerin, sınıfsal üstünlük iddiasında olmalarından dolayı aşağılanmaları gerektiğini belirtmektedir. Müstekbirlere karşı mütekebbir olmak, sınıfsal üstünlüklerini reddetmek ve ezilen halkların haklarını savunmak anlamına geldiğinden, ibadettir.

Bu kısa açıklamalardan sonra soralım kendimize sevgili kardeşlerim:

"Âlemlere rahmet, adalet timsali olan Yüce Peygamberimiz bugün aramızda olsa idi hangi konuşmacının söylemlerini dinden sayardı?"

Ya da bu konuşmacılar, vahyin nazil olduğu yıllarda Mekke’de yaşasalardı, büyük ihtimalle hangisi Peygamber'in, hangisi Ebu Süfyanların safında yer alırdı?

Peki dostlarım, hayatını sınıfsız ve adil bir dünyaya adayan Che ya da yoldaşları, halkı sınıflara ayıran Firavunla mı bir olurlardı yoksa sınıfsız bir toplum için mücadele eden Musa'yla mı?

Ya bizler, bugün hangi yanda olmalıyız?

Haksızlık, sömürü ve zulümlerin olmadığı; eşitlik, özgürlük ve sınıfsız bir dünyada yaşamak dileğiyle...

Vesselam.

İslam Sermaye (Mal) Biriktirmeyi Yasaklar............................................ [Muhammed Nur Denek]

Kur’an; servetin belli ellerde birikmesine ve sermayenin verimli ve yararlı ekonomik kanalların dışına çıkmasına yol açan bir şekilde, emek harcamadan gelir elde edilmesini yasakladığı gibi, herhangi bir şekilde ihtiyaçtan fazla mal biriktirmeyi de yasaklar.

Aşağıdaki ayet hiçbir yoruma ihtiyaç göstermeyecek kadar aşikârdır:

“Ey inananlar! Hahamların ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yer ve onları Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar cehennem ateşinde yakıldığı gün alınları, böğürleri ve sırtları o biriktirdikleri ile dağlanacak, 'bu kendiniz için biriktirdiğinizdir, biriktirdiğinizi tadın' denecektir"(Tevbe, 34-35).

İlk Müslümanlardan ve peygamberimizin seçkin sahabelerinden biri olan Hz. Ebuzer, bu ayetten, Müslümanların ihtiyacının üzerinde mal edinme yetkisi olmadığı anlamını çıkarmıştır.

Hz. Ebuzer, Peygamber'in ve yakın arkadaşlarının uygulamalarını, Kur'an'ın ruhu’nun teyidi olarak görmüştür. Ammar bin Yasir, Miktad, Selman-ı Farısi ve Hz. Ali gibi seçkin sahabeler de bu ayeti aynı şekilde yorumlamışlardır.

“Ey müminler mallarınızı aranızda haksızlıkla israf etmeyin, karşılıklı rıza ile yapılan işler hariç, birbirinizi öldürmeyin, Allah şüphesiz ki size merhamet eder.” (Nisa, 29)

Zenginliğin temel şartlarına işaret eden bu ayet, mal sahibi olmanın beraberinde belli sorumluluklar getirdiğini ve ancak bu sorumluluklar gereği gibi yerine getirilirse meşru olabileceğini açıklamaktadır. Yanlış doğrunun tersidir, ayette geçen “malların israf edilmesi” deyimi faydasız ve boş yere tüketilmesi anlamına gelir, bunun zıddı ise insanlığa faydalı şekilde kullanılması demektir. Bu da insanlara servetin asli ve tabiî şartlarını hatırlatmaktadır, ister tabiî kaynaklardan olsun ister mamul mallardan olsun servet bütün insanlara aittir ve herkesin istifadesine açık olmalıdır. Yararsız ve aşırı servetin İslam'da kesinlikle yeri yoktur; Allah’ın olan mülkiyeti kullanma hakkı, ancak, israf etmeden, sermaye biriktirmeden, toplumun yararına kullanım şartıyla mümkün olabilir.

“Aranızda malları haksızlıkla yemeyin, bildiğiniz hâlde günaha girerek insanların mallarından bir kısmını yemek için onu yöneticilere aktarmayın.” (Bakara, 188)

Esas olarak tüm topluma ait olan malların (servetin) israfı, adil ve normal olmayan bir durumdur. Bu anormal durumun ortaya çıkabilmesi ancak yoksul, mahrum ve mazlum halklar üzerinde kurulan baskı ve zorlama ile sürdürülebilir, bunu elde edebilmek için servetperestlerin iktidarı kontrolleri altına almaları gerekir. Bunun gerçekleşmesi için, açların, karın tokluğuna çalıştırılanların, mazlumların, yetim ve yoksulların emeklerinden biriktirmiş oldukları servetlerinin bir kısmını, güçlerini sürdürebilmek için iktidarda olanlara vermeleri, onlarla ittifak hâlinde olmaları gerekir; aksi takdirde iktidardakilerden destek göremezler ve insanların emeklerinini bir kısmını mülk edinemezler. Bu gibi kişiler ve bazı yöneticiler arasındaki bu işbirliği, mazlum halklar karşısında tek güç olmalarının gerekliliğindendir. Bu iki grup (vahşi kapitalist işadamları ve onlara uyan yöneticiler), bu tür bir toplumu, birbirlerini destekleyerek yönetebilirler. Kurdukları sistemi ayakta tutmak ve işleyişini sürdürebilmek için halk kitlelerini çeşitli oyunlarla kontrol altında tutmaya çalışırlar. Aslına bakılırsa, adeta birer baskı devleti hâlini almış olan bu zulüm sistemlerinin temelini, siyasî iktidarlar değil, iktisadî tağutlar (bazı zengin işadamları) oluşturmaktadır.

Kur'an'ın işaret etmiş olduğu realite (gerçeklik), yalnızca servet ve sermaye biriktirme temelinde, yani vahşi kapitalist bir sistem oluşturmayı amaçlayan devletlerin, baskı devleti olma hâllerini sürdürebilmelerinin, aslında tüm halka ait olan servete ve tabiî kaynaklara el konulmasına ve bir grup mutlu azınlığın varlığına ihtiyaç duyduğudur. Demek oluyor ki, İslam doğruluk ve adalet ilkelerini esas alır ve toplumda bir takım kimselerin çıkarlarını korumaz; İslamî anlayışa göre, insanlar arasında servetin adaletsiz şekilde kullanılması sosyal bir zorunluluk değildir, yani doğal bir şey, kaçınılmaz bir şey değildir. Söz konusu durumun, toplumların adalet ve doğruluk ilkelerinden sapmasının, saldırganlığın, açgözlülüğün, sömürgeciliğin ve zulmün sonucu olduğudur. Toplumlarda zulüm, haksızlık ve sömürü temelde mal biriktirme tutkusundan kaynaklanmaktadır. Toplumsal huzursuzlukların, sosyal adaletsizliklerin ortaya çıkmasına sebep olan bu açgözlülük, İslam’ın kesinlikle yasakladığı bir olgudur. Hz. Muhammed (AS) şöyle buyurmuştur: “Kifayet miktarından fazla dünyalık biriktiren, kendini cehennem ateşine atmış olur” / “Kendi içindeki zayıf ve fakirlere ait olan hakları (güç sahibi zorbaların ele geçirdiği hakları) hiçbir tereddüt göstermeden geri alamayan bir toplum refaha, saadete erişemez.” (cami-us sağir)

Yine Hz. Muhammed’in hak Ali iledir, Ali hak iledir, Ali Kur'an'ladır, Kuran Ali iledir, gibi methiyelerle övdüğü müminlerin velisi Hz. İmam Ali, halifeliği döneminde Mısır’a vali tayin ettiği Malik Bin Eşter’e yazdığı ünlü emirnamesinde bakın ne buyurmuşlardır: “Sana helâl olmayan şeylerden nefsini koru, hükümdarlık döneminde kalbinin şiarı merhamet etmek, insanları sevmek, onlara lütuf etmek olsun. Sakın onların sırtından geçinen zavallı bir kurt gibi olmayasın, çünkü onlar iki sınıftır ya senin din kardeşindir ya da yaratılışta bir eşindir. Allah’a karşı insafını koru, onun emirlerine itaat et, emirlerine karşı çıkma ve asla ne sen halka zulüm et ne de yakın akraban ve arkadaşlarına izin ver, öyle olma ki bu insanlar sana güvenerek halka zulüm yapmasın. Şunu da bil ki Allah’ın kullarına zulüm edenin düşmanı Allah’ın kendisidir. Allah haksız yere düşman olmayacağına göre, Allah’ın düşman olduğu kişilerin özür ve delilleri de kabul edilmez. O kişi, tövbe edip mazlumun hakkını geri verene, onun gönlünü alana kadar Allah’la savaş hâlindedir. Şunu da bil ki hiçbir şey, Allah’ın nimetinin kesilerek yerine hüsranın gelmesinde zulüm üzerine kurulan bir yönetim kadar etkili değildir. Allah mazlumların nidalarını duymaktadır ve onların hakkını zalimlerden en iyi şekilde alandır.”(Nehc-ul Belağa; 53. Ahitname)

Hz. İmam Ali, hilafeti döneminde, ülkesinde çözüm bekleyen sayısız siyasî problemler olduğu hâlde, onların hiçbirine, sosyal adalet ve fakirlerin durumlarının düzelmesine verdiği önem kadar önem vermemiştir.

“Mal toplayan ve onu durmadan sayan, insanları arkadan çekiştiren, kaş göz işaretiyle alay eden her kişinin vay hâline! Sanır ki, malı kendisini ebedileştirmiştir, iş öyle değil, and olsun ki o kırıp döken, silip süpüren cehenneme atılır.” (Hümeze Suresi: 1–4)

“Allah'ın ihsan ettiğini vermekten sakınanlar, bunu kendileri için hayır sanmasınlar. Hatta bu onlar için şerdir. Sakındıkları (biriktirdikleri, vermedikleri) şeyler kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır, ve Allah’ındır göklerin ve yeryüzünün mirası (tüm mülkiyeti) ve Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Al-i İmran Suresi: 180)

“Ey inananlar Allah’a ve peygambere ihanet etmeyin ve bile bile emanetlere de ihanette bulunmayın.” (Enfal, 27)

“Biliniz ki siz şunlarsınız; Allah yolunda malınızı, mülkünüzü harcamaya çağırılıyorsunuz da içinizden cimrilik edenler var ve kim cimrilik ederse kendine zarar vermiş olur. Allah Müstağni’dir ve yoksullar sizsiniz; ve itaatten yüz çevirirseniz yerinize bir başka topluluğu getirir, sonra görürsünüz ki size benzememektedirler.”(Muhammed 38)

“Allah’ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sende ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk yapma, çünkü Allah bozgunculuk yapanları sevmez.” (Kasas, 77)

“İşte ahiret yurdu, biz onu yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz.” (Kasas, 83)

“Ve Allah rızk bakımından bir kısmınızı bir kısmınızdan üstün kılmıştır, geliri fazla olanlar, rızklarını, elleri altında bulunanlara verip onları da geçim bakımından kendilerine eşit etmezler. Allah’ın nimetini bile bile inkâr mı ederler?” (Nahl, 71)

Kur'an'dan naklettiğimiz bu ayetler, dinin özünü, adalet anlayışını; Allah kullarının, malla birlikte, nasıl bir toplumsal sorumluluk altına girdiklerini açıkça ortaya koymaktadır. Âlemlere rahmet Hz. Muhammed (AS) da ayrıca şunları buyurmuştur; “Kimin yanında bir mümin zor durumda kalırsa, o kişi o mümine imkânı olduğu hâlde yardım etmezse Allah onu kıyamet gününde halkın önünde alçaltacaktır.”(cami-us sağir c-1 s-144) / “Kim Allah'ın gazap ettiği bir buyruk sahibinin yaptığı kötülüğe razı olursa Allah'ın dininden çıkmıştır.” / “Kim bir zalime, onun zalim olduğunu bilerek yardım ederse Müslümanlıktan çıkar.”(cami-us sağir, c-2, s-167)

Bakın bunlar da adaletin ve ilmin kaynağı olan Hz. İmam Ali’den: “Her zaman fakirden yana ol, çünkü Allah da onlardan yanadır, asla sömürücü zenginin yanında olma, çünkü şeytan onların yanındadır.” / “Adamlığın en üstün derecesi, malı ve mülkü esirgemeyerek kardeşleriyle geçinmesi, herhâlde onlarla eşit olmasıdır.” / “Gerçekten de noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, yoksulların geçimlerini, zenginlerin mallarında takdir buyurmuştur. Hiçbir yoksul aç kalmaz ki, bir zengin onun hakkını vermiş olsun; Yüce Allah da zenginlere bunun hesabını soracaktır.”(nahc-ul belağa: gerçek adalet)

İslam dini; Adaletin ve ihsanın temellerini yıkmaya, zenginlerin gururlu ve güçlü olmasına, işçi ve emekçilerin haklarının gasp edilmesine, din adamlarının zavallı gariban halkın sırtından zenginleşerek mal yığmalarına…vs. destek olmak için gelmemiştir.

İslam dini; sosyal toplumlarda bazı gurupların, saraylarda, villalarda, gökdelenlerde ve lüks evlerde yaşamaları (diğer yandan çok sayıda insanın gecekondularda, çadırlarda, mağara gibi evlerde yaşamaları) için gelmemiştir.

İslam dini; bir tarafta açlıkla ve sefaletle kıvranan ve ilaç alacak imkânları bile olmayan insanlar varken, diğer tarafta, bürokratların, siyasetçilerin, yönetici ve işadamlarının şatafatlı, israf dolu, renkli renkli bir hayatın içinde yüzmeleri ve çocuklarının oyuncakları için, emekçilerin asgari ücretlerinin kat be kat fazlasını harcamaları için gelmemiştir.

İslam dini; toplumda bir tarafta, insanların çok az bir kısmının (bazı yöneticiler ve mal sahipleri) çocukları iyi besleniyorken, iyi bir eğitim alabiliyorken, son derece sağlıklı bir bedene sahip olurken, diğer tarafta, iyi beslenemediği için göğüslerinden süt bile gelmeyen annelerin çocuklarını yalnızca suyla beslemek zorunda kalmaları için gelmemiştir.

İslam dini; toplumlarda iktidar ve mal sahipleri, çeşitli zevk ve sefalara dalsın, mazlum ve mahrumların çalışmasından elde ettikleri mallarla dünyanın bir ucundan kalkıp öbür ucundaki yerlere seyahat edebilsin, çocukları babalarının mallarıyla refah içinde her türlü imkânlarla yaşasın, ve diğer tarafta ise, milyonlarca insan fakirliğin, felaketin ve açlığın zorluklarıyla pençeleşsin diye gelmemiştir.

İslam dini; toplumda mülk sahiplerinin, toprak sahiplerinin, gayrı menkul zenginlerinin, hiçbir çaba ve emek sarf etmeden, zenginliklerine zenginlik katabilmeleri, her yıl yeni bir ev, son model bir otomobil alabilmeleri ve bunların taksitlerininin de, karnı dahi zar zor doyabilen, zavallı insanların emeğiyle ödenebilmesi için gelmemiştir.

Yüce İslam dini bunların tamamını lanetlemiştir ve tüm peygamberlerin uygulamak için vazifelendirildiği şey, adalettir.

“And olsun biz elçilerimizi mucizelerle gönderdik, onlarla birlikte kitap ve ölçüyü de indirdik ki adaleti ayakta tutsunlar.” (Hadid, 25)

“Bir saat adaleti icra etmek, yetmiş sene ibadetten üstündür, zayıfların hakları zorbalardan alınmıyorsa o toplumun Allah katında ne değeri vardır?” / “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.”

“Adaleti ikame ederek onun varlığına şahadet ederler.” (Al-i İmran, 18)

“İnsanlardan Adaleti emredenleri...” (Al-i İmran, 21)

“…Adaleti gözetin…” (Nisa, 135)

“…Allah için adaleti gözeten şahitler olun…”(Maide, 8)

“…Aralarında adaletle hükmet…” (Maide, 42)

“…De ki: Rabbim adaleti emretti…” (Araf, 29)

“…Adil davranınız. Çünkü Allah adil davrananları sever.” (Hucurat, 9)

“İnsanların adaleti yerine getirmeleri için…” (Hadid, 25)

“İnsanların mallarını eksik vermeyin, ıslah ettikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.” (Araf, 85)

“İnsanların hakkını azaltmayın, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın…” (Şuara, 183)


İslam’ın özü adaletin icrasıdır, ya da adaletin icrası için mücadele etmektir, tüm peygamberlerin mücadeleleri de adaletin icrası temelindedir. Hiçbir âlim, din adamı ya da kişi adaletin uygulanması ve gözetilmesi şeklindeki bu önemli ve kat’i emirlerin sadece tavsiye ve nasihat olduğunu iddia edemez, eğer böyle iddiada olanlar varsa ya dini anlamamışlardır, ya da dini özünden uzaklaştırma çabasındadırlar...

Bu ayetlerin vurgulamaları ve peygamberlerin uygulamaları, bizlere, kesin bir hükümle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Mümin’lerin emiri Hz. Ali, Nehc’ul Belağa’nın 127. hutbesinde şöyle der: “Serveti insanlar arasında bölüştürürken bir gurubu kayırıp, diğer insanları haklarından ve hisselerinden yoksun bırakmayın.”

Âlemlere rahmet olan peygamberimiz Hz. Muhammed (AS) İslam’ın özünün Adalet olduğunu, toplumsal hakların eşit bir şekilde kullanılması gerektiğini tek cümlede çok aşikâr ve net bir şekilde özetlemiştir; “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.”

Bu tek cümlelik özet aslında her şeyi çok net anlamamız için yeterlidir. Komşuluk ilişkisinden kasıt, yaşamakta olduğumuz tüm toplumu ifade etmektedir; açlık, tokluk ifadesinde ise insanların ihtiyaç duyduğu tüm temel ihtiyaçlar kastedilmektedir (beslenme, sağlık, eğitim, sığınma… vs.). Bu öyle bir şekilde ifade ediliyor ki, Allah Resulü, toplumun ihtiyacı söz konusu iken o ihtiyaçları görmezlikten gelerek mal biriktirenleri, servet toplayanları kendinden, yani İslam’dan saymıyor.

“Kimin yanında bir mümin zor durumda kalırsa, o kişi o mümine imkânı olduğu hâlde yardım etmezse Allah onu kıyamet gününde halkın önünde alçaltacaktır”(cami-us sağir, c-1, s-144).

“Kim Allah'ın gazap ettiği bir buyruk sahibinin yaptığı kötülüğe razı olursa Allah'ın dininden çıkmıştır” / “Kim bir zalime, onun zalim olduğunu bilerek yardım ederse Müslümanlıktan çıkar.”(cami-us sağir, c-2, s-167).

İslam gereksiz yere mal biriktirmeyi ve zulme rıza göstermeyi bu dairenin dışına çıkmak olarak kabul eder; bu bir vicdan işi değil, bu Allah’a iman edip etmeme, Nübüvveti kabul edip etmeme, kitaba inanıp inanmama ölçüsüdür.

Bir toplumun İslam toplumu olabilmesi için o topluma adaletin hâkim olması gerekir; aynı şekilde cemaat, dernek ve benzeri oluşumların gerçekten dine uygun olabilmeleri de ancak adaletin o topluluklarda hâkim olmasıyla söz konusu olabilir. Bir cemaat ya da oluşum kendini İslam’a hizmete adamış olma iddiasında ise, o toplumlarda aşırı fakir ve zenginlerin olmaması gerekir, aksi hâlde yapılan hizmet Allah için yapılan bir hizmet olamayacaktır.

Nitekim peygamberi misyon ve dinin üzerine bina edildiği hakikat, adalettir. Ferdî ibadetler ve toplumsal ilişkilerde de, Allah'ın koyduğu kuralların tümü, adalet temelinin üzerine bina edilmiştir. İman dahi adalet temeli üzeredir. Allah; imanı, gayba inanmayı, ancak, adaleti yüreğinde taşıyan temiz fıtrat sahibi insanların kalbine ilham etmektedir. Adalet olmayan yürekten, adalet sadır olmaz ve adaleti taşıyamayan zalimlerin kalplerinde imana yer yoktur.

İslam Dini; toplumda hiçkimse aç kalmasın, yetersiz beslenmesin, yeryüzü nimetlerinden tüm insanlar eşit şekilde faydalansınlar diye gelmiştir.

İslam Dini; toplumlarda idarecilerin de, yöneticilerin de, işçilerin, esnafların, işsizlerin, erkek, kadın ve çocukların da eşit şekilde yaşamaları, birbirlerinin haklarını gasp etmemeleri için gelmiştir.

İslam Dini; toplumda tüm ırkların eşit olmaları, birbirlerine zulüm etmemeleri, eşit şartlarda yaşamalarını temin etmek için gelmiştir.

İslam Dini; kimse aç yatmasın, kimse eğitimsiz kalmasın, kimse tedavisiz kalmasın, tüm insanlar insanca ve kardeşçe yaşasınlar diye gelmiştir...

Lanetli Sermaye İmparatorluğu................. (Muhammed Nur Denek)

Yeryüzünde yaratılmış tüm varlıklar arasında hem sosyal hem de ferdi sorumluluğunun bilincinde olabilme yeteneğine sahip olan sadece insandır. İnsan doğada veya toplumda karşılığını bulduğu merkez olma özelliğiyle bilinç sahibidir. Sahip olduğu bu özelliğiyle insan topluma ve doğaya müdahale edebilme yeteneğine sahiptir. İşte tam bu doğrultuda egemenler, toplumları uyuşturarak sömürme gayesinde olan lanetliler, aslında her insanın bünyesinde barındırdığı hak ve adalet uğruna mücadele etme bilincine ve sorumluluğuna karşı savaş açmışlardır.

"'Öyleyse' dedi (iblis), 'beni azdırmana karşılık yemin ederim ki ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üstüne oturacağım, sonra onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve sen çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın'" (ARAF, 16-17)

Sermaye imparatorluğunun lideri iblis, Yüce Allah’ın kullarına bahşettiği dosdoğru yolun (ADALET) üzerinde oturacağını ifade ederken, toplumlarda kin, nefret, savaş ve katliamlar çıkarma yolu ile yaradılışta var olan mükemmele ulaşma gayesindeki insanı yolundan alıkoyma hedefinde idi. İnsanları asıl gaye ve hedeflerinden uzaklaştırmak ise, onları sınıfsal farklılıkların oluştuğu toplumlarda bilinç ve sorumluluklarından habersiz ve şuursuz varlıklar seviyesine indirmekle mümkün olabilirdi.

Kapitalist zulüm sistemlerindeki bu egemenler bilirler ki; sömürü ve zulüm odaklı düzenlerini ortadan kaldırmaya muktedir olabilecek bir mücadelenin omurgasını, ancak ve ancak, insana özgü bu bilinç ve sorumluluğun farkındalığından arındırılmamış topluluklar oluşturur. Aslına bakılırsa, bu ihanet, insanlığın elinden insan olma vasıflarının alınması gayesini taşımaktadır.

İnsanlığın başlangıcından bu yana tüm âleme kusursuz bir düzen veren yüce ve adil Yaratıcı, insanı yeryüzünde halifelik yapabilecek kapasitede var etmiş ve bu halifeliğin hayata geçirilmesini de toplumsal bilinç ve sorumluluk alma şartına bağlamıştır. Özetle, adil, mutlu ve insanlığın yaradılış gayesindeki tekamülün sağlanabileceği bir dünyanın oluşması ancak toplumlarda sosyal adaletin hayat bulmasıyla mümkün olabilir.

"Bu Defa" Kazanacağız................. [Muhammed Nur Denek]

İnsanlığın toplumsal yaşamında, ortaya çıkan adaletsizliklerin kaynağı, yaşam imkân ve olanaklarının eşit şekilde paylaşılmıyor olmasıdır. Bu dengesizliğin yok edilememesi ise sınıfsal bakış açısının, diğer muhtelif ayrıştırmalarla gölgelenmiş olmasında saklıdır. Egemen sınıflar, ezilen toplumlara rağmen varlıklarını sürdürmektedir. Kendi içlerinde oluşturdukları farklı yaşam biçimlerini, siyasi bakış açılarını, mezhepsel ve dini tefrikaları ezilen ve sömürülen insanlar içerisinde yaygınlaştırarak, asıl sorunu öteleme ve anlaşılmasını zorlaştırma yoluna gitmektedirler. Bu yolla da Allah’ın tüm insanlık için yarattığı nimetlere zulüm ve haksızlıklarla el koyarak yoksulların haklarını gasp ederler.

Toplumların sınıfsız ve eşit hale gelerek adil bir hayat yaşamalarının sağlanmasının en önemli yolu ilahi mesajın gereği gibi anlaşılmasıdır. Sömürüyü mümkün kılacak en önemli etken ise ezilen halkların hak arama talebinde bulmalarını engelleyecek olan dinin afyon halidir.

Bir toplumu teslim almak ve bu toplumun kalbinde köleliği egemen kılmak için ilahi mesajı ortadan kaldırmak gerekir. İslam, 'ilerlemeye, modernleşmeye, uygarlaşmaya karşıdır, gericiliktir' sözleriyle, birtakım kişilerin eliyle afyonlaştırılarak ortadan kaldırılmalı ki; hiçbir zorluk ve hiçbir engelle karşılaşmaksızın sömürgeciler, zenginleşmek isteyenler topluma girebilsin! Adalet ve paylaşma dini, insanların zihninden çıksın, toplumun gelişimi sorunuyla ilgilenmekten vazgeçip bir kenara çekilsin ki kapitalizm ve kölelik düzeninin yolu açılsın!

Bunun yanında aynı tiyatronun diğer sahnesinde ise başka tip oyuncular bir başka oyunu sergilemektedirler. Diğer oyuncuların tersine burdaki tüm oyuncular dindar; tüm çehreler kutsal, söylemler ise tamamen dinidir; Allah (göklerde), peygamber (tarihte), kitap, günah, sevap, takva, maneviyat (kalplerde), nefsi öldürme, cennet, cehennem... Bunlar, tarikat, mürşid, hizmet, cemaat adı altında dinin gerçeklerini ve asıl hedefini unutturur, toplumu başka yönlere sevk ederler.

Toplumlara sunulan bu her iki oyunun farklı metotlarla da olsa hedefleri birdir; Dine karşı olan aydınlar, yazarlar vs., bilimsel hilelerle dine karşı bir ürküntü verip insanların bu dinden kaçmasını sağlarken, menfaatperest din adamları da, sergiledikleri büyüleyici ve hünerli oyunlarıyla halkın gözünü bağlayıp cezbeye düşürücü virdlerle kafaları şişirerek uyuturlar. Halkın vaktini anlamsız, ruhsuz, boş; kural, gelenek ve görenek biçimleriyle öldürür, adına ilahi dedikleri sözde dinleriyle beyinleri felç ederler.

Bu sözde din adamları, güya Allah’ın varlığını kanıtlamak için hayvanların ve bitkilerin üreme durumlarıyla ilgilendikleri kadar insanların durumlarıyla ilgilenmezler. Hayvanların ve diğer canlı türlerinin yaşam mücadelesini konu alan yüzlerce belgesel hazırlarlar ama “Yeryüzünün Halifesi”nin –insanın- nasıl köleleştiğini, nimetlerle dolu yeryüzünde nasıl aç bırakıldığını konu alan tek bir kitap bile yazmazlar. Ahirete ilişkin mübalağalı hatta asılsız hayaller veya ölümden sonra yeniden dirilmenin şekil ve yöntemiyle çok meşgul olduklarından bugünü, şimdiki zamanı unutmuş gibi görünerek İslam’ı, Müslümanları şimdiki zamanda yok sayma yoluna giderler.

Kim bunlar? Asıl işleri ve hedefleri nelerdir? Sırf toplumu etkilemek adına mucizelerle, cinlerle, bidat’larla, hurafelerle ortaya çıkarlar, bu yüzden meydanı boş bulup o kadar çok taraftar bulmuşlardır ki; bugün birçok kişiye sorsanız ya onun mürididir ya da diğerinin cemaatına mensuptur, ya falan dergi çevresindendendir ya filan dernektendir (onlardan olmayanlar zaten ya mürteddir ya da komünist, bunlara uymazsa da başka şey derler).

Birileri çıkıp hakikatleri anlatınca (düne kadar Şeriati, Telagani vb, bugünlerde İhsan Eliaçık), kuyrukları sıkışan menfeatperest uyduruk din adamları, İslamcı geçinen yazarlar topluma zerk ettikleri afyonun panzehiriyle savaşırcasına saldırıya geçerler.

Her dönemde bu din kisveli hainlerin işi; halkları –Şeriati’nin deyimiyle:- "ruhi bir manyetizmle gözleri açık olarak uyutmak" ve onları "Gerçek, olması gereken, hayat, hareket, sorumluluk, cihad ve insan yaşamına dünyada yön veren İslam’dan uzaklaştırarak küskün, hareketsiz ve donuk bir İslam’a bağlamak olmuştur. Öyle bir İslam’a ulaştırır ki; insanların ruhunu geçmişe bağlar ve o geçmişin havası içinde, tek başına, direk olarak ölüm sonrasına fırlatır" (Ali Şeriati, Dinler Tarihi, çev. Erdoğan Vatansever, s.261)

Böyle bir İslam’a inananların, "bütün bu yaşananlar önceden belirlenmiştir" diye düşünenlerin; sömürgecilerin ve işbirlikçi kapitalistlerin elinin kendi cebinde ne aradığından haberi olabilir mi? Onun için karşı koymanın hiçbir değeri yoktur ve kapitalistlere isyan Allah’ın iradesine isyandır! Çünkü "sanırlar ki" onlara bu zenginliği Allah vermiştir...

Oysa din; tolumun sorunlu iktisadi yapısı altında bile çözümler üreten en önemli etkendir. Çünkü bu dinin (İslam’ın) yegane şiarı; Yeryüzünün kaynaklarının başında oturmuş, çoğunluğu mahrum bırakan zorbalarla sürekli mücadeledir. Bu din; sanıldığı gibi ibadetler manzumesinden ibaret değildir. Çünkü bu; "Dünya ahiretin tarlasıdır" diyen ve haksızlığa, sömürüye uğramış halk kitlelerini hakka kavuşturan bir dindir. Ve; "Dünyalık geçimi olmayanın Ahireti de yoktur... Fakirlik bir kapıdan girerse diğer kapıdan da iman çıkar" diyen bir peygamberin dinidir. Bu dinin önderleri bir yandan namazı "dinin direği" kabul ederken, öte yandan; "Yoksulluk küfre götürücü araçtır, dinini dünyasına, dünyasını da dinine feda eden birdir. Her ikisi de bizden değildir" prensibini açıkça haykırmışlardır. Öyle ki, Âlemlerin Rabbi, Kur’an-ı Kerim’de, "diğer insanlarla eşit hale gelmemeyi" Allah’ın nimetini inkâr olarak tanımlamaktadır (Nahl-71).

Yeryüzünde varlığını ıspat ettiği günden itibaren insan fıtratına va karakterine uygun olan bu din; maddi faydalanma, güç ve güzellik veren bir sosyal düzen olmasının yanında, insan yaşamı süresince, maddi refah, sağlıklı bir yaşam, eşitlik ilkelerini uygulayan bir sosyo-ekonomik yapı, bir kültür ve bir inanç bütünüdür de.

Bu dinin Allah’ı en güzel varlıklar ve en faydalı şeylere yemin ederken; insan yaşamının lezzet ve izzetini de över. Bu dinin peygamberi; her haliyle; hayat, siyaset, savaş, güç, cihad, takva ve güzelliği simgeleyendir. Bu dinin kitabı; ölüm ve fizik ötesinden önce, doğadan, dünyadan, hayattan, toplumların sosyal tarihinden söz eder. Hatta bunları zaman zaman ibadet ve cihattan önce hatırlatır.

Kur’an birçok yerde de, çoğunluk üzerine sulta kuran azınlıklardan söz eder. Halkı bir yandan Allah’a tam teslimiyet ve kulluğa davet ederken, öte yandan zulüm, zorbalık, cehalet ve eşitsizliğe karşı çıkmaya; zorun, zülmün, tekelciliğin, anamalcılığın, zorbalık ve ruhbanlığın temsilcileriyle mücadeleye çağırır. Buna teşvik eder. Bir din ki, tarihi; halka zulme, hakkı gasp ve gerçekleri bozma eylemlerine karşı çıkma ve mücadelerle yazılmıştır. Müslüman olmak ise; toplumsal sorumluluğun taştan yükünün taşıyıcısı ve dünya insanlığına karşı görevli olmak duygusuyla, kötülüğe karşı mücadele, insanlığın zaferi için savaşın eri olmadır...

Böyle bir din, dünya sömürgeciliğine karşı hiç direnmeden, olup bitenler karşısında insanların ayağını yerden kesip, toplumun kulağına, "her şeyde bir hayır vardır, alnımıza ne yazılmışsa onu görürüz" diye fısıldar mı?! Halkın gözünü, bu ve benzeri şarlatanlıklarla bağlayıp emperyalizmin, çaresizliğin kucağına atar mı? Zulmün, sömürünün ve haksızlığın her türlüsüne karşı çok hassas olan böyle bir din, nasıl olur da kapitalizmin zulüm ve haksızlıklarına sessiz kalır?

Günümüzde, bütün insanlığın tanrılığına soyunanların emriyle başlayan tiyatroda sahne almakla görevlendirilmiş bu oyuncular, verilen görevi başarmış; toplumumuzu dindar ve dinsiz diye iki parçaya bölmüşlerdir. Toplumun yarısı bilmediği cehalet, tefrika, zayıflık, yoksulluk, kölelik, teslimiyetçilik, düşkünlüğü ve açlığı kabul edicilik, dine benzetilmek istenen ve din diye yutturulan hurafelere taparken, diğer yarısı da, halkın inaçlarını yok sayarak çeşitli ideolojilere iman etmektedir.

Böylece din, şu üç grubun faydalandığı bir meta haline getirildi; Firavun (siyaset), Karun (servet) ve Bel’am (din adamı)!.. Ve her zaman böyle bir dinin tek bir kurbanı olmuştur: Halk!..

İnsanlık, din’in afyon halinden çektiği kadar hiçbir şeyden çekmemiştir. Çünkü tarih boyunca dinin iki yönü olmuştur; İnsanları ya köleleştirmiş ya da özgürlüğe kavuşturmuştur. Çünkü din hem öldürür hem diriltir, hem uyandırır hem uyutur, hem kölelik bağlarını kuvvetlendirip kölece görüşlere meyyal kılar, hem de özgürlük ateşini yakar, tam bağımsızlığı öğretir.

İnsanlık tarihinde dinin dinsizlikle değil; bizzat din ile savaştığını gördük. Ve tarih bu mücadelenin hikayeleriyle doludur.

İslam’ın tarihi geçmişi de sürekli bu iki din’in tarihteki mücadelesinin sahnelenişidir. Yani gerçek İslam ile yalancı “İslam”ın çatışması... Kur’an’a karşı “Kur’an” ve İslam’a karşı “İslam”ın bitmeyen mücadelesi. Mesele tamamen siyasidir. Dindarlıkla dinciliğin mücadelesi, mü’minle münafıkın mücadelesi, halkçılıkla halk düşmanlığının mücadelesi. Emanete sahip çıkmakla emanete hiyanetin mücadelesi. Hz. Ammar’ın açık beyanıyla; "Dün Kur’an’ın nuzülü için savaşıyorduk, bugün ise te’vili (yorumu, anlaşılması, pratiği, yani tatbiki, yani gerçeği) için..." Söylendiğinin ve bilinenin aksine “İki Kardeşin” veya “Sahabenin Savaşı” değil; dostla, “dost” gibi görünen düşmanın, gerçek sahabe ile “sahabe” gibi görünenin savaşıydı. Bugün ise, İslam’la, “Kapitalist” İslam mücadele içerisindedir. Ve dostlar biliniz ki bu kez mücadele, adalete inananların zaferiyle sonuçlanacak, ne kadar karalarlarsa karalasınlar, ne kadar ihanet ederlerse etsinler sonucu değiştiremeyeceklerdir: "... Dikkat edin! Zafer Allah’tan yana olanlarındır"(Mücadele, 22)

Ben inanıyorum; ezilenler, "adalet isteyenler" olarak bu defa kazanacağız. Siz de inanın, "inanalım" ve bu hayali gerçekleştirelim dostlar.

Vesselam.......

Müslüman Sol Üzerine .................. Muhammed Nur DENEK

Son dönemlerde gündeme giren bu ifadenin, kafaları oldukça karıştırdığı şüphesiz. Nitekim kullanılacağı alan dikkate alındığında şüpheler pekte abartılı değil. Yıllarca; Adalet, eşitlik, kardeşlik, hak, refah, kalkınma, demokrasi, nizam, sosyal adalet vb. terim ve sloganlar kullanılarak, siyasi partiler , örgütlenmeler ya da benzeri kuruluşlar ortaya konmuştur. Ancak bu yapılanmaların istinasız hiç biri zulüm, sömürü, haksızlık vb. ihanetlerden geri durmamışlardır. Üstelik; dini cemaat, dernek, tarikat vb. oluşumlar da farklı eylemler sergilememişlerdir. Yıllardır bu topraklarda siyasetin ve politikanın kirletilmesinin sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Bu ülkede siyasi başarıların sonucu, sadece ve sadece kazananlara rant, çıkar kapılarının açılması anlamına gelmekte. Halkın sorunları, açlığı, imkan ve olanaksızlıkları kimsenin umurunda değil. Öyle ki artık vatandaş umudunu kesmiş; ” yesinler, ona alıştıkta bari kırıntılarını bizlere verecek olanları bulalım” demekte. Anlayacağınız halk artık gücünün bile farkında değil. En büyük gücün, bir ülkede yaşayan halkın iradesi olduğu gerçeği unutturulmuş, onun yerine paranın ve gücün hakimiyeti yerleştirilmiş. İktidara ve yönetime aday olabilmek dahi bir takım çıkar ilişkilerine dayalı. İktidarı talep edebilmek için halktan biri olmaktan çok zengin işadamlarıyla olan ilişkileriniz önemli.

Şimdilerde de birileri Müslüman sol kavramını dillendirmekte. Bu kavramı irdelemekten çok içinin neyle doldurulacağı önemli sanırım .Toplumun sorunlarını emperyalist ve kapitalist emellere kurban etmeyecek, siyaseti ve siyaset yapmayı zenginlerin tekelinde olmaktan kurtaracak, parayı gelir getiren bir meta olmaktan arındıracak bir yapı; politikayı, sınıfsız toplumu yaratma temeline dayandıracak , zenginlerin ve imkan sahiplerinin değil, ezilenlerin ve gariplerin yönetip yönlendireceği çıkarsız bir oluşum.
Müslüman sol ifadesi; aslı itibarı ile oldukça tutarlı görünsede, aslında İslam’la ya da sosyalizmle tek başlarına ortaya konması mümkün bir yapıyı ifade eder. Gerçek anlamıyla ortaya konması durumunda, islam’ın toplumsal yapıya ilişkin söylemlerinin; adaleti, anti kapitalizmi, fırsat eşitliğini vb. emrettiğini, aşırı zenginliği, fakirliği, özel mülkiyeti, paranın para kazanmasını, sömürüyü, çıkar ilişkilerini vb. ise şiddetle yasakladığını görürüz .Nitekim tüm peygamberler gönderildikleri toplumlarda sosyal adaleti yaygınlaştırma mücadelesi vermişler, buna engel olmaya çalışan; faizci(kapitalist) ve çıkarcı güçlerle ise savaşmışlardır. Hepsi zamanlarının sosyalist devrimcileri olmuşlardır. İslam ve sosyalizm, bu iki ifade özlerinden uzaklaştırılarak, uzun yıllardır birbirlerinden farklı anlaşılmalarını sağlayan ihanetlerle temellendirilmeye çalışılmıştır. Öyleki bu ihanetler, özünde insanlığın kurtuluşunu temel alan “iki” anlayışın birbirlerini dışlar hale gelmesini sağlamıştır. Müslüman sol ifadesi, bu ihanetlerin karanlığını ortadan kaldıracak , bu birliği hakkıyla ortaya koyacak, menfaat ve çıkar gözetmeyen, halkları ezilmişlikten kurtacak bir iradeyle ortaya konmalıdır.
İnsanlarımız açlıkla ve yoksullukla yüzyüzedir. İşsizlikle, evsizlikle, sömürüyle, zulüm ve haksızlıklarla yaşamak zorunda bırakılan kadın, erkek ve çocuklarımız artık dayanamaz hale gelmiştir. Böyle bir zamanda hala şekilci bir din anlayışına mahkum olmak ya da dini dışlayan bir sosyalizmden bahsetmek de neyin nesi. Bu anlayışlar, düpedüz her iki tarafı da tahrip etmektedir. Birinin yaşamla, diğerinin insanla olan ilişkisini koparmaktadır.
“Size ne oluyor da Allah yolunda ve o ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda mücadele etmiyorsunuz ?...”
NİSA / 75
Zamanımız; tüm ön yargılarımızı bir tarafa bırakarak,ayrıntılarda boğulmadan, sosyal adaleti sağlamak adına elele verip; zulme, haksızlıklara ve sömürünün her çeşidine karşı mücadele etme zamanıdır.
vesselam.



Muhammed Nur DENEK

Hırsızlık caiz mi? Muhammed Nur DENEK

22 Aralik 2009, çok ilginç ve bir o kadar da alışılmadık bir fetva: İngiliz papaz Tim Jones, yoksul insanların ihtiyaçları kadar mal çalmalarının makul karşılanabileceğini söyledi.
Sizce bu fetva yeni mi? Yüzlerce yıl önce, bir çığlık duyulmuştu, Muaviye’nin zulüm sarayında, öyle ki o çığlığın sahibi, Hz. Muhammed’in “Yer, Ebu Zerr'den daha doğru hiçbir kimseyi taşımamış, gök onun gibi hiçbir kimseyi gölgelememiştir” dediği Cündüp bin Cünade (Ebuzer) "Evinde yiyecek ekmeği olmadığı halde kınından ayrılmış bir kılıç gibi isyan etmeyene şaşarım" diyen toplumsal eşitlik yanlısı, müslüman, sosyalist, devrimci Ebuzer.
Bir de ilahi mesaja bakalım...
“Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah’tan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.” (Maide:38)
Ayette görüldüğü gibi ilahi mesaj, hırsızlığın her türlüsünü şiddetle men etmiştir. Hırsız, “emek harcamadan zengin olmak” isteyen “başkalarının emeğini çalan” kişidir. Hırsızlık alçaklıktır. Başkasının emeğine göz dikmektir. İslam dini, servet sahibi olmak için yapılan hırsızlığı yasaklamıştır. İhtiyaç duyduğundan fazla mal ve servet biriktirmeyi, diğer insanların olanaklarını kısıtladığı için hırsızlık saymıştır.
Nitekim başka bir ayette, “Orada (yeryüzünde) aç kalmazsınız, çıplak olmazsınız, susuzluk çekmezsiniz, güneşin sıcağında yanmazsınız.” (Taha:118,119) denmektedir. Yeryüzü açlık endişesine düşülecek, çıplak kalınacak, susuzluk çekilecek, evsiz ve barınaksız kalınacak bir diyar olmamalıdır. Allah böyle söylüyor. Eğer bu sorunlar yaşanıyorsa, yeryüzünde hırsızlık yapanlar, insanlardan çalanlar, sömürenler var demektir.
Yıllarca ilahi mesajları tahrip ederek, insanları aldatan egemenler “hırsızlık” kavramını da sömürü ve haksızlıklarına hizmet eder hale getirmişlerdir. Hırsızlığı, mal biriktirmelerini, insanların temel ihtiyaçlarını gasp etmelerini yasaklayan bir olgu olmaktan çıkarıp, zavallı, gariban, ihtiyaç sahibi insanların haklarını geri almalarını engelleyecek bir kavrama dönüştürmüşlerdir. Oysa ki Allah “Kim kendisine edilen zulümden sonra hakkını alırsa böylelerine ceza yoktur. O ceza ancak insanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız olarak hükmetmeye kalkışanlara aittir...” (Şura:41,42) demektedir. Sömürücü zihniyet “Aza kanaat etmeyen çoğu bulamazı”da silah etmiş, kanaat kavramını zulme sessiz kalınmasının gereği olarak nitelendirmişlerdir. Oysa kanaat, ihtiyacı kadarıyla yetinip başkalarının emeğini çalmamaktır.
İlahi mesajlardan, peygamberlerin uygulamalarından, peygamber takipçilerinin ortaya koydukları devrimci mücadelelerinden anlıyoruz ki, yüce Allah, İnsanların toplumsal yaşantılarını mahveden, hayatı yaşanmaz ve anlamsız kılan hırsızlığı; “sömürü ve haksızlığı” yasaklarken, hırsızlıkla hakları gasp edilen topluluklara, haklarını çalanlara karşı sergilemeleri gereken tavrı da “ellerini kesin!” buyruğuyla bildirmiştir. Sömürüye ve haksızlığa uğrayan toplumlara, buna sebep olanların (ellerini kesin) iktidarlarını ortadan kaldırın buyurmaktadır. Anlaşılan o ki, Allah’ın ayetlerini dikkate almayarak insanların haklarını gaspedenler ne derece sorumlu ise, hırsızların iktidarlarına karşı mücadele etmeyenler, ezilmişliğe ve zulme rıza gösterenler de o derece sorumludur.

Hırsızlık, tüm canlıların mirasçısı olduğu yeryüzündeki nimetleri, hakkından fazla almak, o malları sermayeye çevirerek hak sahiplerinin haklarını gasp etmek, insanları sömürmek, mazlumlara zulmetmektir ve evet haramdır. Hırsızlar, işçilerin haklarını gasp eden patronlardır, kiracıların gelirlerine el koyan mülk sahipleridir, yoksulların haklarını zengin iş adamlarına peşkeş çeken idarecilerdir, bir kardeşimin ifadesiyle “komşusu açken Prada giyenlerdir.” İnsanların yaşam haklarını ellerinden alan kapitalist sistemlerdir. Ve evet kesilmedilir elleri, fakirin, yoksulun, işçinin, kiracının, garibanların ceplerine uzanan, emeklerini çalan kahrolası elleri; yok edilmelidir kapitalist sistemleri. Engellenmeli, devrilmelidir insanlara, insanca yaşam hakkı tanımayan sömürü düzenleri.
Vesselam...

Kalk ve Uyanışı Başlat Muhammed Nur Denek

İnsani değerlerin, ilahi mesajların, çıkar ve menfaatlere kurban edildiği, Tevhid ve adaletin unutulduğu her dönem, gariplerin, kimsesizlerin, yetimlerin, yoksulların, mazlum ve mustazafların çaresizliğine şahitlik etmiştir. Yaşadığımız asır da, bu dönemlerden bir dönem olup insani değerlerin yok edilişine, aç, çıplak, barınaksız ve çaresiz garibanların feryatlarına, isyanlarına ve sessiz çığlıklarına şahitlik etmektedir.
Halkının, yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğunu iddia ettiği bir ülkede, binlerce insanın çaresizlik içerisinde yaşıyor olması oldukça vahim bir durum.
“ Size ne oluyor da, Allah yolunda, o ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz? Baksanıza: “Ey bizim Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan bu memleketten kurtar! Bize bir yiğit, bir bahadır gönder! Diye yalvarıp duruyorlar.”
(Nisa/75)
İlahi mesaj, yeryüzünde zulme ve haksızlığa uğrayan, çaresizlik içerisinde kıvranan tüm insanlarla yardımlaşmayı, onlara destek olmayı, onlarla eşit olarak acılarına ortak olmayı emretmektedir. Bunu görmemezlikten gelmek aslı itibari ile gariplere zulüm eden, halkın imkân ve olanaklarını kısıtlayan zalimlerin destekçisi olmakla eş değerdir. İslam dini bununla da kalmayıp ezilen insanların mazlumiyetine sebep olan amilleri “etkenleri” ortadan kaldırma mücadelesi vermeyi de insanlığın gereği olarak tanımlamıştır.
Açıktır ki zenginlerin ve yöneticilerin aldatmacalarına kapılmak dinin ve dünyanın felaketine neden olacaktır. İktisadi ve siyasi alanda halka zulüm eden alçaklar asla çıkar ilişklerinden ödün vermezler, tüm ilişkileri ancak dünyalıklarını arttırmaya dayalıdır. Onlarla ilişki içerisinde olan kimseler kesinlikle mazlumların zararına hareket etmiş olurlar. Dünyaperest mal zenginlerinin sahip olmuş oldukları imkânları dolayısıyla kibirlenmelerine ve toplumu ifsat etmelerine karşı göstermemiz gereken tutumu Allah Resulü çok açık ve anlaşılır bir biçimde tüm insanlığa bildirmiştir:
“Benden sonra bir kavim gelecektir ki çeşitli nefis yemekler yiyecekler, çeşitli elbiseler giyecekler, güzel kadınlar alacaklar, kıymetli atlara binecekler, onların içi az şeyle doymayacak, çok şeye de kanaat etmeyecekler, onların bütün gayreti dünya için olacaktır, dünyaya tapacaklar, her şeyi dünya için yapacaklardır. Bu sebeple benden vasiyet olsun ki! Sizden sizin çocuklarınızdan onları kim görürse onlara selam vermesin, hastalarını sormasın, cenazelerinin arkasından gitmesin, onların büyüklerine hürmet etmesin, Bunları yerine getirmeyen kimse İslam dinini yıkmakta onlara ortak olur” .
(H.Şerif/Tirmizi)
Peygamber, insanlığın zaaflarının yeniden adaleti ortadan kaldıracak olan yönlerini açıkça ortaya koymuştur. Toplumsal mücadelede önlem alınması gereken konuyu tüm zamanlara yayarak açıklamıştır. Toplumlarda sınıf farklarının ortaya çıkmasını sağlayacak olan illetin zenginleşmeye imkan tanımak olduğunu bildirerek önlem alınması yönünde uyarıda bulunmuştur. Zenginleşmeye götüren en önemli etkenler özel mülkiyet ve sermaye’dir. Para’nın gelir getiren bir meta’ya dönüşmesidir. Kur’an bunu faiz sistemiyle yasaklamıştır. Tüm zamanlarda zenginliğin haram oluşunun sebebi, temelinde haram kazanç olmasıdır. Temelinde dinin haram olarak ifade ettiği haksız kazanç olmaksızın sınıf farklılıklarının oluşması ve birilerinin zengin olması mümkün değildir. Haksızlık ve sömürü sonucu zenginleşmiş olan paraperestler (putperestler) toplumun düşmanları olan asalaklardır. Onlarla olumlu ilişkiler kurmak yada ihanet ve şirklerini görmezden gelerek aşağılamamak tüm topluma zarar vermektedir. Bir bakıma zulüm ve sömürüyü meşrulaştırarak yaygınlaştırmaktır. Zenginlerle iyi ilişkiler kurmak, onların suçlarına ortak olup mazlumların ekmeğine kan doğramak olur.
İslam akidesinin özü tevhid’dir, İslam tevhid inancıyla insanı Allah’tan gayrı her şeye kulluk etmekten kurtararak ruhî ve toplumsal alanda özgürleştirir, izzet kazandırır. Tevhid, sınıfsız toplumu, şirk ise sınıfların olduğu birliğin yok edildiği zulüm ve sömürünün hakimiyetini ifade eder. Şeriati’ye göre, bu boyunduruktan kurtulmak ve ‘toplumsal adaleti’ sağlamak ancak, sınıfsız. eşitlikçi bir birliktelikle mümkündür. Ona göre, İslam Peygamberinin 1400 yıl önce kurmaya çalıştığı ideal toplum, sınıfsız, her türlü elitizmin (mele’) reddedildiği bir toplumdur. Sınıflı bir toplumsal yapının doğal sonucu, köle-efendi, mustaz’af-müstekbir ilişkisidir ki İslam kozmolojisi açısından, bu, şirkin bir tezahürüdür.
Yaşadığımız ülkeyi mazlumların göz yaşlarıyla sulayan müstekbirler, çok yakında o gözyaşlarında boğulacaklarından habersizce yaşamaktalar, sahip oldukları gemilerini yüzdürdükleri okyanusun aslında mazlumların kanlarıyla sulandığını unutmuşlar, o kanlar gemilerini alabora ettiğinde ne mazlum halktan çaldıkları paralar, ne de (sözde) hayırlı kadınlarının başörtüsü onları kurtaramayacak. Üstünüze alının lütfen, evet siz yüz binlerin çığlığını, açlığını ve çaresizliğini anlatmaya çalışan bu sözleri, üstünüze alın, ey ihtiyacından fazla biriktirenler, sermaye yığanlar, altınla bezenenler, gariplerin, mahrumların, kiracıların, işçilerin haklarını gasp edip birde utanmadan büyüklenerek yeryüzünde dolaşanlar, iyi biliniz ki sizler: Müslüman’ım da deseniz, namazlarınızı kılıp oruçta tutsanız, adaletten ve kalkınmadan bahsederek uyduruk nara’larda atsanız, çaldıklarınızla hacca gidip tavafta etseniz, kırkta bir zekâtta verseniz o mazlumların boğazında düğümlenen çığlıkların ateşinden kurtulamayacaksınız. Cehennem olarak o alevler size yeter .

Bu ayetlerde “biz” mazlumlara yeter :

“Sen ey yalnızlığa bürünen!

Kalk ve uyanışı başlat!

Haykır: Allahuekber!

Güzel ahlâkı kuşan!

Kötülüğe bulaşma!

Servet yığma hayallerine kapılma!

Daima Rabbinle birlikte ol ve güçlüklere göğüs ger”

(Müddesir; 1-7)

Ebu Zer'den Zamanın Kab-ul Ahbarına Muhammed Nur DENEK

Kendi internet sitesinin soru cevap bölümünde; dinin vicdan boyutuyla, zulüm ve haksızlıkları fark etmiş olan bir kardeşimizin sorduğu soruyu, dinin afyon yönüne sarılarak cevaplayan din adamına...


SORU:
Faiz ile kira gelirinin farkı :

Kuran-ı Kerim faizi kesin bir dille yasaklıyor ve biz de inanan insanlar olarak bunu kayıtsız şartsız kabul ediyoruz. Kendi adıma kendi iradem ile faize bulaşmıyorum.
Aynı şartlarda hayata başlamış iki insan düşünelim hocam. Her ikisi de 15 yıl çalışmış ve her ikisi de 100'er milyar TL biriktirmiş.
Birisi bir daire alıyor, onu kiraya veriyor ve her ay 1 milyar TL kira geliri elde ediyor. Diğeri bankaya yatırıyor her ay 1 milyar TL faiz kazanıyor.
Neden İslamiyette ilk örnek günah değil; kiraya veren de kiraya verdiği tarihten itibaren emeksiz bir kazanç elde etmiyor mu? Üstelik faizde anapara sabit kalırken (hep 100 milyar TL) diğerinde bir de mülkün değer artışı yok mu?

Cevap(Hayrettin KARAMAN):
Soruda nitelikleri açıklanan iki kişi meşru yoldan para kazanıyorlar. Her ikisi de belli bir miktar (soruya göre yüz milyar) kazandıktan sonra artık çalışmamaya, kazandıkları paranın geliri ile geçinmeye karar veriyorlar. Ancak bunlardan biri İslam'da haram olan faiz geliri ile diğeri ise helal olan kira geliri ile geçinmeyi tercih ediyor.
Eğer çalışmadan, sermaye (akar, birikim vb.) sayesinde para kazanmak caiz olmasaydı, sermaye-emek ortaklığından para kazanmak da haram olurdu; halbuki öyle değildir; sermaye bir taraftan, iş ve emek diğer taraftan olmak üzere ortak ticaret ve üretim yapılabilir, taraflardan biri (mesela yüz milyarın sahibi) çalışmadan, diğeri ise sermayesi olmamakla beraber çalışarak para kazanmaktadırlar. Ama burada dikkat etmemiz gereken bir incelik var: Eğer mudarebe ortaklığı kâr değil de zarar ederse, sermaye sahibi zararın tamamını üstlenir, emek ve teşebbüs sahibi zarara iştirak etmez, yalnızca emeği boşa gitmiş olur.

Eğer bu ilişki ortaklık ilişkisi değil de "müteşebbisin (girişimcinin) bir kişi veya bankadan faizli kredi alması şeklinde olsaydı ve teşebbüs zarar etseydi ne olacaktı?
Sosyo-ekonomik yönden faizin kira gelirinden önemli bir farkı da, bu ikisinin yoksullar ve açlara farklı etkisinde görülür. Faizli kredi ile mal üreten, ticaret yapan bir şahıs maliyete faizi de yansıtmak mecburiyetindedir; bu da piyasaya sürülecek malın faizi oranında pahalı olmasına ve faizin dar gelirli çoğunluğun kesesinden çıkmasına sebep olmaktadır. Kira bedeli ise doğrudan pahalılığa yol açacak ölçüde maliyete yansıtılmaz, çoğu kez üretici ve tüccarın kârından ödenir.
( http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat2/0278.htm)”çok uzamaması için tamamını almadım, dileyen bakabilir.”
Her kelimesinde zenginlerden ve çıkarcılardan yana tavır sergilemesine bir anlam veremediğim alim efendi, bana yüzyıllardır, gariban ve mazlum insanların sırtından geçinen, sermayeleriyle işçilerin, kiracıların, garibanların emeklerini çalan hırsızları, fetvalarıyla temize çıkarma gayesi güden “din adamlarını” hatırlattı. Tarih boyu siyasi ve İktisadi tağutların (iktidar ve zenginlerin) halk nazarında meşrulaştırılması görevini çıkarcı din adamları üstlenmiştir. Siyasi iktidarlar zenginlerle bir araya gelerek, insanların başını tutar ve bellerini bükerler, bunlar; fakirlerin, işçilerin, kiracıların ceplerini boşaltırlar. Bu arada iş birlikçi din adamları da toplumun kulağına fısıldar; “Sabret bunlar Allah’tandır, dünyanın değersiz süsleridir. Çünkü Allah kimine bolca dağıtmış, kimine de az vermiştir. Sabredin ve bu durumunuza şükredin. Zaten dünya malı dünyada kalır” der. Ve demeyede devam ediyor.
* Cevabında; kazandıkları paranın geliri ile geçinmeye karar veriyorlar, cümlesiyle paranın, biriktirilmesini ve gelir getiren bir metaya dönüşmesini meşrulaştıran alim ilk ihanetini sergiliyor. Oysa Allah’u teala Kur’an ı Kerim'de para biriktirmeyi yasaklarken, paranın bir sınıf arasında dönüp dolaşan meta olmasını ve tüm toplumun faydalanması gereken nimetlerin özelleştirilerek sahiplenilmemesini emrediyor.
“... Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar cehennem ateşinde yakıldığı gün alınları, böğürleri ve sırtları o biriktirdikleri ile dağlanacak, bu kendiniz için bencilce biriktirdiğinizdir, biriktirdiğinizi tadın bakalım! denecek.”(tevbe 34-35)
Kenz, ihtiyaçtan fazla sahip olunan mal anlamındadır.
Eğer ihtiyaçtan fazlası toplumun yararına olacak şekilde infak edilmezse, ihtiyaç için tüketilenler de haram olur.
İhtiyaçtan fazla para, sermaye, mal biriktirmemeyi emreden ve onları yığmayı yasaklayan birçok hadis vardır. Onlardan birisi, Abdurrazzak'ın Hz.Ali den: "Altın ve gümüş yığarak biriktirip de Allah yolunda infak etmeyenler" ayeti hakkında rivayet ettiği hadistir. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Allah, altın ve gümüşü helak etsin..." Sahabe: "Peki ya Resulullah (s.a.)! Hangi malı edinelim?" deyince: "Zikreden bir dil, şükreden bir kalb, dininde kendisine yardım eden bir eş" buyurdu. Sonra Allahü Teâlâ, mal biriktirenlere uygulanan azap çeşidinden haber vermektedir: Toplayıp biriktirdikleri malların, cehennemde tutuşturulup alınlarının, böğürlerinin ve sırtlarının yakılması. Özellikle bu organların zikredilmesi; onların servet temin etmek için insanlara yüzleriyle yöneldikleri, fakirlere bir şey vermemek için de asık surat gösterdikleri, aldıkları nimetlerden yanları ve sırtları üzere yatarak yararlandıkları şeklinde tasvir edilmiştir. Demir aletle yüzü dağlamak çok meşhur ve çok kötü, sırtı ve böğrü dağlamak daha elem verici olduğu için o şekilde örneklemiştir. Melekler tarafından onlara: "İşte bu kendiniz için toplayıp sakladıklarınız, artık o istifçilik ettiğiniz şeylerin acısını tadın" denir. Bu, bugünkü müslümanların afeti... Çünkü onlar, mal toplayıp , Allah yolunda, ümmet ve toplum yararına sarfetmiyorlar.
Müslim, Sahih'inde Ebû Hureyre'den şöyle rivayet eder: Resulullah buyurdu ki: "Malının fazlasını vermeyen kimse için, kıyamet gününde ateşten levhalar hazırlanmıştır. O levhalar üzerinde böğrü, alnı ve sırtı dağlanır, insanlar arasında hüküm verilince ona da yol görünür..."
* Devamında” helal olan kira geliriyle geçinmeyi tercih ediyor”, derken bu konuda tarih boyunca herhangi bir peygamberden ya da kutsal kitaplardan örnek getiremeyeceğinin farkında olmasına rağmen alim efendi kirayı da meşrulaştırıyor. Oysa peygamber (as), cabir’den rivayet edilen hadisinde şöyle buyurmuştur;
“Bizden bazı kimselerin ihtiyaçlarından fazla arazileri vardı. Onlar: "Biz arazimizi üçte bire veya dörtte bire veya yarıya kiraya verelim" dediler. Bunun üzerine Aleyhissalatu vesselam: "Kimin arazisi varsa bizzat eksin veya bir kardeşine bağışlasın; ne ücret mukabili versin ne de kiraya versin!" buyurdular.”(kütübü sitte-muzaraa babı)
* Daha sonrasında emek-sermaye ortaklığının yani parası olanın yattığı yerden, çalışanın emeğine ortak olabileceğinin helal olduğunu ifade ediyor, zarar durumunda biriktirdiği paralarla yan gelip yatarak kar elde eden adamın sermayesinin azalmasını, büyük bir kayıp olarak ifade ederken, işçinin emeğini hiçe sayarcasına “sadece emeği boşa gider” şeklinde ifade eden alim efendinin şu ayetide 100 lerce kere okuduğundan eminim.
Oysa Allah’u teala necm suresi 39.Ayette “İnsanın emeğinden başkası kendisine helal değildir” buyurmaktadır.
* Cevabının sonunda insanlığın en temel yaşam hakkı olan sığınmayı büyük bir ranta çeviren kira zulmünü iyiden iyiye toplumun hizmetindeymiş gibi göstermeye çalışan bu adam “Sosyo-ekonomik yönden faizin kira gelirinden önemli bir farkı da, bu ikisinin yoksullar ve açlara farklı etkisinde görülür. Faizli kredi ile mal üreten, ticaret yapan bir şahıs maliyete faizi de yansıtmak mecburiyetindedir; bu da piyasaya sürülecek malın faizi oranında pahalı olmasına ve faizin dar gelirli çoğunluğun kesesinden çıkmasına sebep olmaktadır. Kira bedeli ise doğrudan ve pahalılığa yol açacak ölçüde maliyete yansıtılmaz, çoğu kez üretici ve tüccarın kârından ödenir” diyerek adeta yoksul ve açlarla alay edercesine, üretilen mallardan, ticaretten, piyasadan bahsederken, kiranın üretici ve tüccarın karından ödendiğini yazmış. Yok artık bu kadarda olmaz 600 tl askari ücret ödeyen üretici ya da tüccar dediğin patron, işçiye verdiği üç kuruşu da sahip olduğu gayri menkullerin kira geliri ile geri alıyor. Yoksul ve garibanlarsa aldıkları üç kuruşun büyük bölümünü kiraya vermek suretiyle ezildikçe eziliyor, zaten elinde o piyasadaki mallara harcayacak parası dahi kalmıyor.................................Yazıklar olsun zamanın ahbar’larına.“...oysa zenginler mallarını -arada fark kalmaz, eşit hale geliriz- diye insanlarla paylaşmıyorlar. Allah’ın nimetini mi inkar ediyor bunlar” (nahl 71)

Ezilenler Birleşin Muhammed Nur DENEK

Karanlıklar, haksızlıklar ve eşitsizliklerle dolu bir dünyada tek hedefi yeniden adaletin, paylaşmanın ve kardeşliğin tesisine dayalı olan bir müdahale ancak ve ancak kölelerin özgürleştirilmesine, mazlumların kurtarılmasına dayalı olabilir.

Böylesi bir müdahale ezilen sınıfların sahipleneceği bir çağrıdır, öylede olmuştur. Nitekim haksızlıklar, eşitsizlikler ve yoksulluğun artması, bencil ve çıkarcı kişilerin zulümleri sonucu oluşmuştur. Bu çıkarcı dünyaperestler, bencillikleri sonucunda tüm toplumun olan tabiat zenginliklerini ve ortak değerlerini çalmışlar, özel mülkleri haline getirmişlerdir. Ezilen emekçi sınıfın ürettiği değerlere el koyarak sermaye sahibi olmaları sonucunda adaletsizlikleri yaygınlaştırmışlardır.

Kur’an, yoksul ve ezilen sınıfların feryadını, isyanını, acısını dillendirerek, onları zalim bezirganların zulmünden kurtarma adına insanlığa sunulan ilahi kurtuluş kitabıdır. Nitekim Hz.Muhammed’in çağrısına destek olanlar da dönemin zulme uğrayan, köleleştirilen, yaşam imkan ve olanakları ellerinden alınan yoksulları olmuştur. Önceki rasullerin taabileri de zamanlarının mazlumlarıdır.

Servetin (yeryüzü zenginliklerinin, üretim araçlarının) tekelleştirilmesi sonucunda hayatın yaşanmaz hale gelip cehenneme döndüğü dönemler; mazlumların, ezilen halkların başkaldırmaları sonucunda yeniden yaşanılabilir kılınmıştır. Bu devrimci mücadelelerin temelini oluşturan en önemli etken ise mazlumların birleşmesi ve zulme karşı yekvücut olarak direniş göstermeleri olmuştur.


Yoksulların kurtuluş reçetesi olan Kur’an, zulüm ve haksızlıkları sona erdirmenin yolunun, birleşmekten ve dayanışma içerisine girerek, müstekbirlerin iktidarına karşı mücadele etmekten geçtiğini bildirir. Yeryüzünün tüm mustazafları ,yoksulları “ kadınıyla, erkeğiyle, işçisiyle, işsiziyle, Kürdüyle, Türküyle, Alevisiyle, Sunnisiyle vb.” el ele vererek ortak iyinin iktidarını ortaya koyma mücadelesi vermelidir. Nitekim halkı ezen zalimler, dinsel ırksal vb. her tür ayrışmayı kendi içlerinde hiçe sayarak zulüm iktidarlarını ayakta tutma gayretindedirler. Bazen anti emperyalist, halkçı, ya da Müslümanım diye geçinen iktidarlar, egemen sınıfın çıkarları sözkonusu olunca hiç çekinmeden İsrail, Amerika ve benzeri şer odaklarıyla hemen masaya otururlar. Birtakım yapay ayrıştırmaları ayakta tutma gayretleriyse halkı birbirinden uzaklaştırma ve ortak sorunlarında biraraya gelmelerini engelleme amaçlıdır. Biz ezilenler birbirimize düşerken, onlar bizim sırtımıza basarak yükseldikleri makamlarında kadeh tokuştururlar, asla birbirimizi sevmemizi ve dayanışmamızı istemezler.

Nitekim biz mazlumlar dayanışma içinde olursak onlar bizleri köleleştiremez ve emeklerimizi çalamazlar. Ulusal ilişkilerinde bile halklarını hiçe sayarlar, savaşlarda her iki cephenin de garibanları, emekçileri ve yoksul çocukları ölür, onlar saraylarını cesetlerimizin üzerine inşa ederler. Sonra da o saraylarda ahkam kesmeye, hırsızlığa ve sömürüye devam ederler. Hem de savaşlarda cephelere sürdükleri garibanların emeklerini düşman diye sunduklarına peşkeş çekerek. “Kafirler birbirleriyle dayanışma içine giriyorlar, Eğer sizde dayanışma ve dostluk içine girmezseniz, Yeryüzünde baskı ve zorbalık artar, büyük zulümler olur.”(Enfal-73)


“Sizden erdeme çağıran, ortak iyiyi emreden ve kötülüklerle mücadele eden bir topluluk bulunsun, işte kurtuluşa erenler bunlardır” (Al-i imran-104)


“Bir zorbalıkla karşılaştıklarında yekvücut olup kendilerini savunurlar” (Şura-39)


“Ey iman edenler hep birlikte güçlüklere göğüs gerin ve bunda düşmanlarınızı geçin, daima uyanık ve tetikte olun, Allah bilinciyle yaşayın! Kurtuluşun yolu budur” (Al-i imran 200)

“İnanmış erkekler, inanmış kadınlar birbirlerinin dost ve yaranıdırlar. Ortak iyiyi emrederler, kötülüğü ve zulmü engellerler” (Tevbe-71)


Küfür, zulüm ve haksızlığın kaynağı vahşi kapitalizm’dir. Kapitalizm; çalınarak, emek hırsızlığı ile biriktirilen sermayenin (ki başka şekilde asla sermaye birikmez) imparatorluğu, paranın tanrılaştırılmasıdır, kapitalist putperestlerin ilahları sermaye, ibadetleri ise kapitalist ekonomi düzenlerini ayakta tutabilme adına insanları köleleştirmektir. Toplumları sınıflara ayırıp emeklerini çalarak sermaye yığma peşine düşen tefeci bezirganlar zamanın Firavunlarıdır. “Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve oranın halkını bir takım sınıflara ayırıp bölmüştü...” (Kasas-4)


Halkı; sağcı, solcu, Türk, Kürt, dinli, dinsiz, vb. ifadelerle ayırarak parçalayan ve bundan çıkar sağlayanlar, elleriyle yapıp biriktirdikleri paralara, zenginliklere, sermayeye (riba’ya) tapan müşriklerdir. Bu zulüm ve adaletsizliklerin odağı olan Emperyalizmin uşağı dikta rejimleri ortadan kaldırarak adaleti hakim kılmaksa ortak iyinin devrimci vazifesidir.


“Bundan sonra (ortak iyiye) iman edecek, hicret edecek ve sizinle beraber mücadele edecek herkes sizdendir. Bu şekilde sevgi ve merhamet yumağı haline gelenler! Artık Allah’ın kitabında birbirlerinin can yoldaşlarıdır! Allah her şeyi biliyor bundan hiç şüpheniz olmasın.” (Enfal-75)