29 Mart 2010 Pazartesi

Tarih'in iki oğlu "Egemenler ve Mazlumlar" Muhammed Nur DENEK

Tarih'in iki oğlu "Egemenler ve Mazlumlar" Muhammed Nur DENEK
İslam düşüncesinde tarih felsefesi bilimsel bir determinizme dayanır. Tarih, insanın kendisi gibi yaratılışla başlayıp bütün zamana ve mekana yayılmış diyalektik bir çelişkinin iki zıt ve düşman kutup arasında sürekli bir savaşın hakim olduğu kesintisiz bir olaylar zinciridir. Başka bir deyişle, insan türünün zaman çizgisindeki hareketidir. İnsan ise küçük bir “kainat”tır. İnsanı büyüttüğünüz zaman karşınıza koca bir kainat çıkacaktır. Kur’an’a göre insan, Allah’ın iradesinin bir tecellisi, O’nun yeryüzündeki halifesi ve konumu itibariyle de yaratıkların en şereflisidir. Bu nedenle ortaya çıkışı, varlığı ve gidişatı boş ve anlamsız değildir.
Tarih de böyledir; dünyanın diğer realiteleri gibi bir realitedir; bir yerden başlamış ve bir yere varmak zorundadır; bir hedefi olmalıdır; bir tarafa gitmek zorundadır.
Nereden başlamaktadır? İnsan gibi “çatışma”nın başlangıcından...
Yaratılış kıssasında konu insandır. İnsan: “çamur ve ruhtan” yaratılan Adem’deki “Allah-şeytan” çatışmasından başlamaktadır. Ama tarihi nereden itibaren bilmekteyiz? Nereden başlamaktadır? Habil ve Kabil’in çatışmasından itibaren.
Adem’in oğulları insandırlar ve doğal insani yapıdadırlar; dövüşürler: biri diğerini öldürür. İşte insanlık tarihi buradan itibaren başlamaktadır.
Adem’in mücadelesi kendi içinde, kendi özünde süren öznel bir mücadeledir. Habil’le Kabil’in mücadelesi ise yaşamda, dış dünyaya ve hayata yansımış nesnel bir mücadeledir. Bundan dolayı Adem kıssası “İnsan Felsefesi”ni, Habil’le Kabil’in kıssası da “Tarih Felsefesi”ni göstermektedir.
Bu iki “Kardeş Savaşı” tarihin diyalektiği temelinde, tarihte iki karşıt cepheyi oluşturur. Bu nedenle tarih de insan gibi diyalektik bir harekete sahiptir. Çelişki ise Habil’in Kabil tarafından öldürülmesiyle başlar.
Dr. Şeriati’ye göre Habil, özel mülkiyetin ortaya çıkmadığı, ilkel toplumcu, çobanlığa dayalı bir iktisadi sistemi: Kabil ise tarıma, bireysel veya tekelci mülkiyete dayalı bir sistemi temsil etmektedir. Kabil Habil’i öldürür ve böylece mücadele başlar. Tarih işte bu mücadelenin savaş alanıdır. Çobanlığa dayalı ekonominin temsilcisi Habil, toprak sahibi Kabil tarafından öldürülmüş; üretim kaynakları üzerindeki ortak mülkiyet dönemi ve kardeşlik ruhu, gerçek inanç sona ermiş: yerine tarıma dayalı ekonomisiyle hilekarlık ve başkalarının hakkına saldırmaktan çekinmeyen özel mülkiyet dönemi başlamıştır. Habil ortadan kalkmış, Kabil tarih sahnesine çıkmıştır. Hala da sahnededir.
Şeriati bu tezini, Adem’in oğullarına aralarındaki geçimsizliğin çözümü için Allah’a birer kurban sunmalarını söylemesi üzerine, sunak taşına Kabil’in bir avuç sararmış hububat koymasından ve buna karşılık Habil’in değerli bir deve getirmesine dayandırır. İşte bu yüzden Habil’i çobanlığın, Kabil’i ise tarımın temsilcisi olarak kabul eder. Ona göre tarih, aynı zamanda balıkçılık ve avcılık dönemi de olan çobanlık döneminde bütün üretim kaynaklarının tabiat olduğunu gösteriyor. (kıssada anlatılan devenin bunun bir işareti olduğunu savunur). Ormanlar, denizler, çöller ve ırmaklar... Bütün bu kaynaklar: Tüm kabilenin emrindedir ve üretim araçları da büyük ölçüde insanın elleridir. Başka tür araçlar gerekse bile, herkes kendi aracını kendisi yapabilir çünkü bilinen araçlar son derece basittir. Üretim kaynaklarının su ve toprak veya üretim araçlarının inek, saban vs. olduğu bu sistemde, tekelci veya bireysel mülkiyet sözkonusu değildir. Her şey, eşit olarak herkesin hizmetindedir. Toplum ruhu ve kuralları, ahlaki yükümlülüklerin dosdoğru yerine getirilmesi, toplu hayatın kurallarına mutlak uyum gösterilmesi, din duygusunda fıtri bir arılık ve içtenlik.... Şeriati’ye göre bunların tümü, bu üretim sisteminde insanın belli başlı manevi nitelikleriydi. Bundan dolayı o, Habil’i bütün bunların temsilcisi olarak kabul eder.
İnsanoğlu tarımı öğrenince hayatı, içinde yaşadığı toplum ve bütün düzen köklü bir değişikliğe uğradı. Bence bu değişiklik, tarihteki en büyük devrimdir. Bu devrimle birlikte ortaya yeni bir insan çıktı: Güçlü ve kötü bir insan. Böylece medeniyet ve farklılaşma dönemi başladı.
Daha önce insanlık toplumunda birey yoktu. Birey kabilenin kendisiydi. Fakat tarımla birlikte, herkesin kardeş olduğu, tek bir aileye benzeyen bu yekpare toplum bölündü. Mesele, zor kullanarak çözümlenmişti. Oysa çobanlık döneminde, kabiledeki güçlü kişilerin bu gücü, kabileyi veya kabilenin itibarını korumaya avcılık ve balıkçılığın daha etkin bir biçimde yapılmasına yarıyordu. Fakat şimdi bu güç, bazı hakları belirlemede kullanılmaya başlamıştı. Özel tüketimin ölçüsünü, özel mülkiyetin kazanılmasını öncelikle güç belirliyordu. Bireye ilk özel mülkiyet kazanma imkanını sağlayan güç ve zorbalıktır. Güç, insana özel mülkiyet kazandırmış, giderek özel mülkiyet de bu gücü yasal ve tabii bir kılıfa büründürerek, sürekliliğini ve daha da artmasını güvence altına almıştır. Özel mülkiyet yekpare (tevhidi) toplumu parçalara bölmüştür. Zira özel mülkiyet kural haline gelince, hiç kimse gerçekten ihtiyaç duyduğu kadarıyla yetinmemeye başladı. Bu yüzden insanlar, ihtiyaç duydukça edinmeyi bir kenara bıraktılar, istedikçe edinmeye başladılar. Oysa Habil’in sisteminde, toplu mülkiyet sisteminde, insanlar ancak ihtiyaç duydukça balık tutup avlanıyorlardı. Ancak cömert tabiat, daima emirlerine amadeydi. Üretimde kim daha yetenekliyse o daha çok kazanıyordu ama, herkese açık, cömert tabiatın bolluk saçtığı o günler artık geride kalmış, insanlar sınırlı lokmanın başına üşüşmüşlerdi. Hırs ve açgözlülükle, birbirleriyle boğuşmaya başladılar. Bu yeni toplumsal hayat tarzında, kartallar ve akbabalar, daha zayıf kuşların kanatlarını kırdılar, onları çevrelerinden uzaklaştırdılar. Daha önce toplum, çöllerde, ırmak boylarında, okyanus kıyılarında birlik ve uyum içinde dolaşan bir göçmen kuşlar sürüsü gibi idi. Ama şimdi özel mülkiyet denen leşin çevresine üşüşen kuşlar, tekelci bir tutkuyla birbirlerinin gözünü oymaya başlamışlardı. Daha önce özgürlük, barış, sessizlik ve canlılıkla dolup taşan insanlık ailesi, şimdi birbirleriyle kıyasıya savaşan düşman kamplara ayrılmıştı. Bir tarafta ihtiyacından ve işleyebileceğinden çok daha fazla toprağa sahip olan bir azınlık vardı ve ellerindeki toprağı tek başlarına işleyemedikleri için başkalarının işgücüne ihtiyaç duyuyorlardı; öte tarafta ise, çalışabilecek durumda oldukları halde, işleyecek toprak ve araç bulamadıkları için aç kalan çoğunluk vardı. Yeni toplumsal düzende çoğunluğun akıbeti belli olmuştu; Kölelik. Köleliğe mahkum edilen bu yeni sınıfın ne toprağı, ne suyu, ne şerefi, ne soyu, ne ahlakı, ne vakarı, ne düşüncesi, ne sanatı, ne eğitimi, ne değeri, ne hakkı, ne gerçeği, ne ruhu ve ne de anlamı vardı. Kısacası ihtiyaç duydukları herşey başkalarının elindeydi. Bir sınıf, sadece maddi değil, maddi olmayan üretim kaynakları üzerinde de tekel kurmuştu. Eğitim, kültür, edebiyat, bilim ve sanatla uğraşma fırsatını ve imkanını, el emeği harcamak zorunda olmayan bu sınıf buluyordu.
“Müfessirler ve diğer din alimleri, Habil’le Kabil’in kıssasını anlatan ayetlerin, insan öldürmenin (cinayetin) mahkum edilmesi için nazil olduğunu belirtiyorlar. Bence bu çok yalın ve yüzeysel bir yorumdur. Benim teorim doğru olmasa bile, bu kıssanın anlamı ve amacı onların sandığı kadar da basit olmasa gerek. İbrahimi dinler özellikle de İslam, sözkonusu kıssayı, insanoğlunun bu dünyadaki hayatının ilk büyük olayı olarak zikretmektedir. Bunun biricik anlamının, cinayeti mahkum etmek olması, bana pek inandırıcı gelmiyor. Altında yatan derin anlam ne olursa olsun, bence bu kıssadan çıkartılacak en önemli şey “Böylece anlamış olduk ki, adam öldürmek kötü bir şeydir, onun için bu kötülüğü işlemekten kaçınmalıyız... Bundan sonra özellikle kardeşlerimizi öldürmeyelim” demek değildir.”(Dr. Ali Şeriati, İslam Sosyolojisi Üzerine)
O halde Habil’in Kabil tarafından öldürülmesi, tarihin akışını birdenbire saptırmış olan insanlık tarihinin en önemli olayını temsil etmektedir. Bu kıssa, sözkonusu olayı en derin şekilde, bilimsel ve sosyolojik bir yaklaşımla, sınıflı topluma atıfta bulunarak açıklamaktadır. Bu kıssa ilkel toplumun, avcılığa ve balıkçılığa dayalı üretim tarzında ifadesini bulan eşitlik ve kardeşlik düzeninin sonunu ve bu düzenin yerine özel mülkiyetin doğuşunu, ilk sınıflı toplumun, imtiyaz ve sömürü sisteminin ortaya çıkışını, zenginliğe tapmanın başlamasını, gerçek inancın kaybolup, düşmanlığın, köleliğin, kardeş katilliğinin alıp yürümesini anlatmaktadır.
Kabil, doğuştan kötü değildir. Özü Habil’in özüyle aynıdır. Aslında hiç kimse doğuştan kötü değildir, çünkü herkesin özü Adem’in özüyle aynıdır. Kabil’i kötü yapan, köleliği ve efendiliği doğuran, insanları kurt, tilki ve çakal haline getiren şey: Allah’ın, “Mal yalnızca içinizde zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın” diyerek açıkça reddettiği insanın başkaları üzerinde tahakküm ve bencil yönünü ön plana getiren, ekonomik kaynaklar üzerinde bir avuç azgının tekel kurmasını sağlayan insanlık dışı özel mülkiyet rejimidir.
Bu kıssa, insan toplumunun iki kolunu, iki değişik üretim tarzını anlatmaktadır. Bu, tarihin; bütün çağlarda ikiye ayrılmış insanlığın hala sona ermemiş olan savaşının nasıl başladığının hikayesidir. Habil’in temsil ettiği kol; ezilmişlerin, tarih boyunca Kabil’in özel mülkiyet sistemi tarafından köleleştirilmişlerin, yani halkın koludur. Kabil’in kolu ise; tarih boyunca insanlık topluluklarına egemen olmuş hakim sınıfın koludur. Habil’le Kabil’in kavgası, her kuşağın yeniden yaşadığı bitmeyen bir kavgadır. Kabil’in bayrağı, hakim sınıflar tarafından hep yüksekte tutulmuş, Habil’in kanının intikamı ise, adalet, özgürlük ve gerçek inanç için her çağda savaşmış olan mücahid devrimciler tarafından kuşaktan kuşağa aktarılmıştır.
Dolasıyla toplumlara egemen olan tarih Kabil’in tarihidir. Aslında Kabil ölmemiş, tarih boyunca din adı altında, para ve güç kullanarak toplumlara, halklara ve herkesin tepesine egemendir.
Kabil, kardeşini sırf kadın (yani kardeşinin nişanlısı) için öldürmemiştir. Eğer sanıldığı gibi olsaydı o, sunak yerine en değersiz olanı kurban olarak getirmezdi. O halde amacı neydi? Niçin kardeşini öldürdü? Kabil bütün bunları, dünya nimetlerine tek başına sahip olmak için yapmıştır. Peki ama dünyanın yarısı veya dörtte biri kendisine yetmiyor muydu ki cinayete gerek duydu? gibi bir soru sorulabilir. Cevabı çok basit. Dünya siyasetine, olup bitenlere, katliamlara, politik oyunlara, düzenbazlıklara, hortumculuğa, soygunculuğa, yalan dolanlara,...vs. kısacası duyabildiğiniz ve duyamadığınız, görebildiğiniz ve göremediğiniz herşey, dünya nimetlerine daha çok sahiplenmek için değil midir sanki!.. Dünyanın siyasetini, ekonomisini, stratejisini, dinini vs. belirleyen; Karun kadar zengin bir avuç azgının dünya halklarına çektirdikleri; muhtaç olmalarından mı, yoksa dünya nimetlerine tek başına sahip olmak istediklerinden mi kaynaklanmaktadır?!.
Kabil de budur. Paygamber oğlu olması ve muhatabının öz kardeşi olması onu bu amacından alıkoymamıştır. Her ne kadar kardeşinin nişanlısını gerekçe olarak ileri sürmüşsede bu, bahaneden başka bir şey değildir. Günümüzde Kabil’in temsilciliğini yapanlara bakınız, mutlaka bir bahaneleri vardır. Örneğin, günümüzde, Terörizmle Mücadele, Demokrasi, Özgürlük, Silahsızlandırma vs. gibi meşru gerekçeler bu gayrı-meşru kişilerin biricik bahaneleri arasındadır. En son Irak’ı Silahsızlandırıp, onlara Demokrasi’yi hediye ederek halka sözde özgürlük götürdükleri, halkları açılım safsatasıyla uyutarak sindirilmişliğe ve mahrumiyete mahkum etmeleri, tekel işçilerine merhametli davranmanın hata olduğu söylemleri adı altında utanmazca, arlanmazca, ahlaksızca tavırları.
Kabil’in tehditkar, saldırgan ve düzenbaz tutumuna karşı Habil’in tavrı ibret vericidir. Habil, günümüz insanlarının Kabil torunlarına takındığı tavrı sergilemiyor; bir kerecik olsun boyun eğmeyle; “Al kardeşim, ben vazgeçiyorum, dünya malı için tartışmaya değmez, dünya malı dünyada kalır, Allah din iman versin.” demiyor. Çünkü o da bir insan, bir erkek ve bir ademoğluydu. Onu günümüz teslimiyetçi, açlığa mahkum edilmiş, insanından ayıran tek fark vardı: çünkü o, hür ve zincirsiz bir iş yapıyordu. İçinde yaşadığı toplum çelişkisiz ve ayırımsız bir toplumdu. Sadi’nin deyimiyle: Ne deveye binerdi, ne de eşek gibi yüklüydü; ne kölelerin efendisi, ne de sultanların hizmetçisiydi.
Tarih boyunca birileri Kabil’ce yaşayarak, Habil’in dinine mensup olduğunu iddia etmiştir. Tarih bunun asla mümkün olmayacağını gösterir, Habil’in sunağını sunamayanlar, ancak Kabil’in varisi olabilirler. Nitekim Kabili, kabil yapan etken, sözleri değil ortaya koyduklarıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder