29 Mart 2010 Pazartesi

Hangimiz ne Kadar Sorumluyuz? Muhammed Nur DENEK

Hangimiz ne kadar sorumluyuz? Muhammed Nur DENEK
Zamanın; imkan, olanak ve şartlarının değişken oluşu beraberinde sorunların ve sorumluluklarında bu şartlar doğrultusunda şekillenmesine sebep olur. İnsanın sorumluluğunun farkındalığını sağlayan etken içsel insani, paylaşımcı kişiliğidir. Bu insani vasfı bünyesinde barındıran kimseler nasıl ki dışsal etkenler olmaksızın bu kazanımı elde edebiliyorlarsa, aynı şekilde zamanın şartları doğrultusunda sorumluluklarının seviye ve ölçüsünü de görebilirler. İnsanların kişisel, içsel ve manevi boyutlarında bu anlamda bir çelişkinin ortaya çıkması olağan dışıdır. Örneğin yoksulların sıkıntılarını önemseyen ve bu anlamda kendisini sorumlu hisseden bir kişi, kendi olanaklarını bir takım ön kabullerle sınırlamaksızın yoksulun yardımına koşar. Komşusunun evinde yiyecek ekmeği olmadığını bilen ve AÇ olduğundan haberdar olan bir insan, yahu benimde bir takım sorunlarım var ya da arabam çok eski değiştirmem gerek, bundan dolayı onlara yardımcı olamıyorum diyemez, ve sadece o an için elinde fazladan bir ekmek parası olsa dahi onlarla paylaşır, böylece de insan oluşunu, şerefli oluşunu ispatlar. Aksi hiçbir durum onu mazur gösteremez. Bundan dolayı vermek ve paylaşmak sorumluluğu, aynen dünya nimetleri gibi kimsenin tekeline şutlanarak onlardan arı hale gelinemez, herkes imkanları oranında mutlaka sorumludur.
Son dönemlerde bir takım yazar, aydın, gazeteci ve siyasetçinin dillerinde destanlaşan “JİP” kavramı biraz bu meseleyi ötekilemek biçiminde kullanılır hale geldi. Aynen peygamberin hadisinde “komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” kavramının kısırlaştırılması ve yontularak anlamsızlaştırılması gibi. Nitekim yakın zamanlarda zengin semtlere taşınarak bu sorumluluktan kurtulacağı safsatasını dillendirenler gibi. Kaldı ki zengin y ada fakirlere ait semtlerin oluşması o toplumda sınıfların y ada toplumsal şirkin yaşandığının kanıtıdır. Neredeyse toplumda sadece jip sahipleri sorumluymuşta, mesela mercedesi olan iş adamları, aylık 4-5 bin maaşlı profesörleri, bilmem hangi gazetenin köşesinde yazarak binlerce lirayı cebe indirenleri, yazdıkları kitaplarıyla zenginleşenleri, sendika koltuklarında işçi temsilciliği iddiasında olupta yaşantılarıyla patronlara taş çıkaranları ….vs, çok masummuş gibi.
Aslına bakılırsa asıl korkulması ve önlem alınması gereken mesele işte tam da burasıdır. Toplumları felç eden ahlaksızlıklar tam da buradan çıkar. Dillerinde adaleti bayraklaştırırken, yaşamlarında zulme tavan yaptıran, burunları dipindeki mazlumları yok sayarak, çıtayı yükseltip masum kılığına girenler şerefsizliğin tarihini yazarlar. Ahlaksızlığı yaşam biçimleri haline getirirler. Allah-u Teala’nın münafık tabiriyle tanıttığı zümre işte bunlardır. Nitekim toplumlara iyi görünmek adına, süslü laflar edip işçi eylemlerinde boy gösterek, mazlumdan yana görünmeyi şiar edinen bu tipler yaşam standartlarını normalleştirme yoluna gitmeyi dahi akıl etmekten haya ederler, aynen bizde bu kölelerle eşit halemi geleceğiz diyen mekke müşrikleri gibi. Ama tek farkla bunlar üstüne birde dindarlık yada sosyalistlik yaftası takışkırarak bunu yaparlar.
Ey iman iddiasında olanlar iman edin! Ey mazlumun yanında olduğunu iddia edenler, insan olun ya söylediğiniz gibi yaşayın, ya da kişiliksizliğinizi aldatıcı sözlerle gölgelemeyin. İnsanlık tarih boyunca yeterince zehirlendi salyalarınızın mikrobundan.
Kapitalizmin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan yoksulluk sorunu, daha öncede farklı seviyelerde”az ya da çok” yaşanmıştır. Sınıf farklılıklarının üstü örtülemez biçimde açığa çıktığı dönemlerde ekonomik olanakları tekellerine almış olan egemenler, halktan çalarak gasp ettikleri imkanlarını kaybetmeme adına her türlü dini, siyasi, iktisadi söylem ve stratejiler kullanırlar, bunlar yeterliliğini yitirirse askeri zorbalığa başvurmaktan da geri durmazlar. İşte bu çeşitli strateji ve ayak oyunlarının en indirici darbesini onlardan görünerek mazlumları egemenlerin tasallutuna mahkum eden münafıklar oluşturur. Halklar kurtuluş umutlarını, ağzı iyi laf yapan, siyasi ve sosyolojik yeterliğini kazanmış, aslen egemenlere hizmet ederken, görünüşte ezilen garibanların safında olma idaasını ortaya koyanlara bağlarlar. Bu umut tacirliği halkların olası devrimci mücadele ihtimallerinin önüne sağlam bir set olarak kurulur. İlahi tabirler, paylaşma ve adalet kavramları bu ihanetler sonucunda anlamsızlaştırılır ve kurtuluş, eşitlik umutları onlarca yıl öteye ittirilerek zulme nefes aldırır.
Bizler şunu çok iyi anlamalıyız ki! Halkların kurtuluşu, onlara çobanlık iddiasıyla ortaya çıkan şereften ve insanlıktan yoksun işbirlikçi münafıkların eliyle asla gerçekleşemez. İnsanlık tarihinin ilk ihanetini ortaya koyarak bencillik, zulüm ve haksızlıkta çığır açan Kabil’in günümüzdeki versiyonunu üç boyutlu özelliğiyle neredeyse Fiavunlara ve Karunlara parmak ısırtan Recep Tayyip Erdoğan yansıtmaktadır. Nitekim geçmişte ancak üçlü ittifaklarla sergilenebilen ihanet senaryosunu tek başına hem yazıp hemde sahnelemektedir. Halkı aldatmanın en önemli üç silahı olan dini, iktisadi ve iktidar gücünü tek başına bünyesinde barındırmaktadır. Mazlumdan yana görünme adına Bel’am din adamlığını İsrail’e “one minute” diyerek ortaya koymuş, Çamlıca’da sahip olduğu trilyonluk villaları, oğlunun gemisi ve ailesi vasıtasıyla ortağı olduğu şirketleri Karun’un”iktisadi güç” varisi oluşunu, ezilen mazlum halka, işçilere ve garibanlara gösterdiği acımasız ve canavarca tavırsa firavun’i yönünü göstermektedir.
Kurtuluş ancak mazlum halkların sorunlarıyla hemhal olan, yaşam standartlarını egemen sınıflara göre değil, mazlum halkın düzeyine göre düzenleyerek onlardan biri haline gelen şerefli, onurlu ve paylaşımcı kimselerin mücadeleleriyle gerçekleşebilir. Hiçbir peygamber yaşadığı toplumda aç yatan biri varken tok sabahlamamıştır, bu böyleyken açların sayısını bile hesaplayamadığımız günümüz toplumunda refah içerisinde, lüks evleri ve otomobilleriyle ahkam kesenlere itibar etmek kesinlikle akıl dışıdır. Bu söylemleri dile getirenlerin samimiyetlerini pratik hayatta ortaya koymaları ve mazlumların safına geçmeleri gerekir. Onlar, ezilen mustazafların safına geçmekten imtina ediyorlarsa, mustazafların onlara asla itibar etmemeleri ve benim yaşadıklarımı yaşamayanlar benim sözcülüğümü yapmaya kalkmasın diyerek gereken cevabı vermeleri gerekir.
Bu topraklarda yıllardır emperyalizm ve kapitalizm hüküm sürmektedir. Yakın tarihimizde din adına adil düzen diyerek ortaya çıkanlar, adalet adına hiçbirşey yapmadılar, onların evlatları olan -Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül- ve benzeri dünyaperest emperyalist uşakları halen bu zülmü sürdürmektedir. Cumhuriyet sonrası birtakım din adamları kullanılarak suspanse edilmeye çalışılan halk siyasetten uzak durmayı, etliye sütlüye karışmamayı ilke edinir hale getirilmiştir. Onlarca yıl sonrasında halkı bu şekilde daha fazla uyutamayacağını anlayan işbirlikçi sistem siyasetten uzak tatamayacağını anladığı halka Milli Görüş alternatifini sunarak onları yeniden suspanse etmeyi başarmıştır.
Yeniden umutluyuz, kapitalizmin en son AKP eliyle zerk ettiği uyutma, sindirme ve aldatma aşısının etkileri kaybolup zihinlerimiz netleşmeye başladı. Şimdi yeni bir operasyon yaşamamak, onlarca yıllık uykulara dalmamak için, uyanık olmalıyız ve umutlarımızı, sıkıntılarımızı dillendiren ama bizden olmayan satılık işbirlikçilerin ellerine bakmamalıyız. Bizler bir araya gelmeli tüm yapay ayrıştırmalardan (ırk, mezhep, cinsiyet, din..vb.) sıyrılarak zulme, haksızlıklara ve sömürüye karşı onurlu bir mücadele gösterip emperyalizmin oyunlarına artık bir son vermeliyiz. Adalet devletini ortaya çıkarmalı, eşitliğin, kardeşliğin yaşanacağı sınıfsız “tevhidi”toplumu inşa etmeliyiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder