29 Nisan 2010 Perşembe

YAPAY İSLAM OLGUSUNUN KAPİTALİZME KATKISI -Muhammed nur Denek

Yüzyıllardır zulüm, sömürü ve haksızlıklara uğrayan mazlumlar, yozlaştırılmış din anlayışlarına dayandırılan ihanetlerle aldatılmışlardır. İlahi dinler özünde, insanlığın toplumsal yaşam biçimlerini, ekonomik, siyasî vb. ilişkilerini, adalet ve sınıfsız toplum ilkeleriyle temellendirmektedir. Din olgusu, tarihi süreç içerisinde egemen sınıfların, zulüm ve haksızlıklarını onaylar biçimde tahrif edilerek kullanılagelmiştir. İslam peygamberinin mücadelesi, oldukça zor ve problemli bir dönemde gerçekleşmiştir. Nitekim o dönemin toplumsal yaşayış biçimlerine baktığımızda; zulümlerin, haksızlıkların ve sınıflar arası uçurumların tüm dünyayı etkisi altına aldığını görürüz. Yüzlerce yıl öncesinde dünyayı aydınlatan ilahî adalet dininin (Hristiyanlığın) yozlaşmalar sonrasında etkisizleştirilmesiyle dünya, içinden çıkılması oldukça zor bir kaos ortamı yaşamaktaydı. Peygamber’den önce Araplar, bir kısım çıkar ve mefaatler için Dîn-i Hanîf'i (Hz. İbrahim’in dinini) yozlaştırmışlar, tahrif etmişlerdi. Arap toplumu, haktan, adaletten uzaklaşmış bir toplumdu, zengin ve varlıklı aileler çok farklı bir statüye tabi idiler. Kuvvetliler zayıflara, âcizlere saldırıyor, elinde neyi varsa alıyordu. Köleler, esirler, akıl almaz şekilde işkencelere ve zulümlere maruz kalıyordu. Kadının cemiyette bir yeri yoktu. O, pazarlarda gezdirilen, para ile alınıp satılan basit bir eşya muâmelesi görüyordu. Öyle ki insanlar, kız çocukları olduğunda, diri diri toprağa gömüyorlardı, büyüdüğünde ellerinden alınıp, zenginlere satılmasın diye.
Dünyanın fesat sömürü ve adaletsizliklerle dolduğu böyle bir dönemde Peygamber hayatı boyunca, yeryüzünü yeniden yaşanılabilir, tüm insanların adaletle muamele gördüğü, sınıfsız, zulümsüz bir dünyaya çevirme mücadelesi göstermiştir. İlahi mesajı özüne dönüştürme sürecinin teorik anlamda tamamlanmasından kısa bir süre sonra, Peygamberin vefatı gerçekleşmiştir (kimi tarihçilere göre şehid edilmiştir). Peygamberin vefatı sonrası, pratik anlamda henüz tam anlamıyla hedeflendiği noktaya ulaşmayan, toplumsal adalet mücadelesinin, yozlaşma ve gerileme sürecine girdiği görülmektedir. Dönemin egemen, çıkarcı güçleri, önceki dönemlerde olduğu gibi, dinin tamamıyla ortadan kaldırılıp yasaklanması hâlinde, toplumların isyanının söz konusu olabileceğinin farkında idi. Dünyaperest egemenler, sömürü ve çıkarlarına engel olan, İslam (adalet) dinini karşılarına almak yerine, yozlaştırarak, zulümlerini onaylar bir inanç sistemi hâline getirmeyi tercih etmişlerdir.
Henüz Peygamber hayattayken başlayan bu ihanetler, vefatı sonrasında, daha da kendini göstermiştir. Emeviler döneminde iyiden iyiye kendini gösteren bu yozlaşmalar artarak devam etmiştir. Süreç içerisinde Kur’an ayetlerini çıkarları doğrultusunda tefsir ve te’vil etmişlerdir. İktidarlarını sağlamlaştıracak hadis ve rivayetler uydururken, zulüm ve haksızlıklarını yasaklayan hadis kaynaklarını toplatıp, ellerine geçirdiklerini yakarak yok etmişlerdir. Aleyhlerine hadis rivayet etmeyi yasaklamışlardır. Buna rağmen rivayet edenler olursa ya öldürmüş ya da toplumdan tecrit etmişlerdir (Abdullah bin Mes’ud - Cündüp bin Cünade ”Ebuzer” bunlardan bir kaçıdır).
İmam Ali, adil hilafeti döneminde toplumu ıslah mücadelesi göstermiş, süreç içerisinde toplumda yaygınlaşan adaletsiz gelir dağılımını, yaygınlaşan sınıf farklılıklarını ortadan kaldırma adına önemli adımlar atmıştır. Üç yıllık hilafeti döneminde, önceki halifelerin hatalı uygulamalarını ortadan kaldırma girişimleri, öncesinde iktidarın uygulamalarından çıkar sağlayan kimselerin, tefrika ve isyanlarına sebep olmuştur. Öyle ki bu kısa süre içerisinde sırasıyla Nehrevan, Cemel ve Sıffın (isyanları) savaşları gerçekleşmiştir.
Emevi hanedanı Peygamber hayatta iken, açığa çıkarmadıkları ihanetlerini, İmam Ali döneminde açıkça sergileyen bu kişilerin İslamı temsil adına kurdukları devlettir.
Emeviler ve Abbasiler, zulüm ve haksızlıklarla kurdukları ülkelerini genişlettiler, Arap medeniyetini ilerlet¬tiler ama, İslam'ın esasını ve kökünü, yani hükümet reisi ile halk arasındaki eşitliği, kardeşliği, beraberliği ortadan kaldır¬dılar. Zulüm ve haksızlıklarla halkı perişan ettiler. Arap ve Acem kargaşasını başlatıp, kendileri için heybet¬li saraylar yaptılar ve hükümeti halktan ayırdılar. Saltanat ve sabit hükümet, verasetle geçen devlet başkanlığı, İslam ölçüle-rine uygun değildi. Bunu kökleştirdiler, İslamî hükümet me¬todunu, İslamın toplumsal ilkelerini vb. tamamen tahrif ettiler.
Tarihi süreç içerisinde, İslam’ın yeniden anlaşılması ve toplumlara huzur, adalet, ve mutluluk getiren ilkelerinin hayata geçirilmesi adına, devrimci ayaklanmalar olmuşsa da ciddî bir başarı sağlanamamıştır. İmam Ali’nin hilafeti döneminde vermiş olduğu mücadele dönemin çıkarcı güçleri tarafından bin bir entrika ile engellenmeye çalışılmıştır. Nitekim şehadetiyle sonuçlanan adaletli yönetimi hâlen insanlığa ışık tutmaktadır. Sonrasında İmam Hasan, Emevilere karşı verdiği adalet mücadelesi sırasında zehirlenerek şehid edilmiştir. Hz. Hüseyin’in, dönemin müstekbiri Yezid hükümetine karşı göstermiş olduğu devrimci mücadelesi, Kerbela faciasıyla engellenmiştir. Ardından Tevvabin hareketi, Muhtar-ı Sakafi kıyamı, Zeyd bin Ali’nin kıyamı, Etruş kıyamı, Serbederan kıyamı, Fazlullah Hurufi hareketi vb. ayaklanmalar, zalim yönetimler tarafından engellenmiştir.
Egemen ve çıkarcı sınıfın yüzyıllarca, statüsünü koruma amaçlı (din adına) ortaya koyduğu bu zulümler ve cinayetler, İslam (İlahi Adalet) dininin, hakikatiyle anlaşılmasını oldukça zorlaştırmıştır. Bin bir ihanet sonucu, yozlaştırılırak insanlığa sunulan İslam, adalet dini olmaktan çıkmış, egemenlerin statüsünü koruyan bir muhafız hâline getirilmiştir.

Kapitalizmin toplumları kontrol etme projesi
Dünya coğrafyasında toplumlar üzerinde en etkin alan tarih boyunca din olgusu olagelmiştir. Din olgusunun tüm coğrafyalarda asıl itibarı ile sınıfsal farkları ortadan kaldırarak ezen-ezilen (mustazaf-müstekbir) ilişkisini yok etmeye, egemenlerin saltanatını yıkarak adaleti hâkim kılmaya dayalı prensipleri, sürekli olarak tahribata uğratılarak engellenmeye çalışılmıştır. Süreç içerisinde, insanlık tarihinin belirli kırılma noktalarında ilahî müdahaleler sonucu yeni uyarıcıların ve kutsal metinlerin gönderilmelerine duyulan ihtiyacın bu merkez hedefin insanlığa yeniden hatırlatılarak sınıfsal farklıklıların ortadan kaldırılması, adaletin tesis edilmesi adına tanrısal müdahaleler olarak dünyayı yeniden yaşanılabilir ve varoluşun kaçınılmaz gerekliliği olan sosyal adaletin mümkün olacağı bir diyar kılmak hedefini taşımaktadır.
Tarih toplumları zulüm, haksızlık ve sömürülerle yöneten egemenlerin, çıkarcı güçlerin defalarca kez bu müdahalelerine şahitlik etmiştir. Nitekim birçok uyarıcının, vahye dayalı ilahî öğreti ve müdahalelerin asıl amacı olan sosyal hedeflerinin, bir süre sonrasında amaçsız ve etkisiz bırakılmakla kalmayıp kişi ve toplumları politikleşme, adaletsizliklere müdahale etme hedefi yerine toplumları uyuşturma ve pazifize etme aracı hâline getirildiği görülmektedir. Bu türden ihanetlere uğramış olan toplumlar, genel itibarı ile süreç içerisinde etkisizleştirilmiş ve halkları bölerek birbirine düşürülmüştür. Bu tür toplumlarda ; ırk, kültür, din, mezhep, vb. algıların ortadan kaldırılmasıyla, devrimler gerçekleştirilebilmiştir., Zulmü ve sömürüyü gerçekleştirenlere karşı başarı sağlanabilmiştir.
Toplumların tarihlerini, yaşam biçimlerini ve sosyal ilişkilerini oluşturan en büyük etken din anlayışıdır. Menfaatperest, çıkarcı ve kapitalist zihniyetlerin, zulüm ve haksızlıklarını hayata geçirmelerinin, dine rağmen mümkün olmayacağını bilmelerinden dolayı, dini, İslam anlayışının kaçınılmaz sonucu olan sosyal adalet gerçeğinden ayrıştırma politikalarını hayata geçirmelerine sebep olmuştur. Bu ihanet, İslam dininin uyuşmasının asla mümkün olmadığı kapitalizmi doğal hâle getirirken, İslam’ın toplumsal hayata ilişkin yönlendirmeleriyle benzerlik gösteren sosyalizmi ötekileyen bir bakış açısı oluşmasını sağlamıştır. Kapitalist müstekbirler bununla birlikte, insan aklının ortak kabulü ve dinin temel hedefi olan sosyal adalet ilkesinin kaçınılmaz kurallarını dinsiz ve dini dışlayan bir felsefeye mahkum etmişlerdir. Ateist ve maddeci felsefeye hapsedilen adalet ilkesi bu yolla toplumlarda etkisizleştirilmiştir. Böylelikle toplumlarda politikleşerek hak arama mücadelesi gösteren, siyasî bilinci oluşmuş, zulme ve haksızlıklara karşı mücadele etmeye aday devrimciler, dinden ayrıştırılmış olmalarından dolayı etkisizleştirilirken, dindar, inancında samimi, iyi niyetli kimseler de özel mülkiyetin meşrulaştırılması, artık değerin helal sayılması, paranın gelir getiren bir metaya dönüştürülmesi vb. tahrifler sonucunda mücadeleden çekinir hâle gelmiş, hak arama talebinde bile bulunmaktan caymışlardır. Üstelik toplumsal adalet uğruna verilen mücadeleye vurulan bu darbe öylesine etkili olmuştur ki, yüzyıllardır egemenlerin zülüm ve sömürülerini, şiddetini arttırarak yaygınlaştırmaları engellenememektedir.
İlahi vahyi dikkate alan dindarların, ya da toplumsal sömürünün (kapitalizmin) insanlık dışılığını fark etmiş olan tüm insanların, ortak bir mücadelede dinli ya da dinsiz tüm kapitalistlere karşı savaşımı kaçınılmazdır. Aslına bakılırsa bu merkez mücadele ilahî buyrukların da hedefini tam olarak ortaya koyacak, gerçekleştirecek tek çıkış yoludur. Açlığın ortadan kalktığı, mutlu, huzurlu, insanca ve adaletin yaygınlaştırılıp yaşanılacağı bir dünyayı, bilimsel ve ilahî hakikatleri çok net görebilecek olan özgür, kapitalizm zulmü altında ezilmekten kurtarılmış insanlar yaratacaktır.

Siyasal İslam’ın etkisizleştirilmesi
Günümüze baktığımızda siyasal İslam’ın tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan bir olgu olmadığını, İslam’ın başlangıcından itibaren bir toplum ve devlet düzeni olarak varlığını sürdürdüğünü görürüz. Zaman içerisinde toplumsal ve sosyal bir takım dinamiklerle harekete geçen İslamî akımların varlıklarını ortaya koydukları toplumlarda çok da etkin olamamaları uzun yıllar apolitik, mistik bir tavır sergileyen, ruhban sınıfların, dindar toplumları etkileri altına almış olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu sınıfların ortaya çıkışları Peygamber’in vefatı sonrasında başlayan bozulma sürecinin devamıdır. Emevî, Abbasî dönemlerinde artarak devam eden ihanetler, İslam dininin özünde barındırdığı sınıfsal mücadele ve hak arayışı taleplerinin dahi din dışı olgular olarak algılanmasına yol açmıştır.
Önceki sınıfsal sistemlerin fakihlerinin yaptığı en büyük iş hükümleri ayet ve hadisleri iktidarları destekler bir yaklaşımla yorumlamaları ve tevil etmeleridir. Bu kayıtsızca davranışların neticesinde bu alanda ortaya koydukları en büyük ihanet, bu ayet, hadis ve hükümlerin ekonomiyle ilgili olanlarını mümkün olduğu kadar varlıklı sınıfın yararına tefsir etmek ve yorumlamak olmuştur. Çalışmadan, üretmeden, emek sarf etmeden mülkiyet sahibi olunabileceği yönünde hukukî bir temel ve fıkhî bir kural oluşturmuşlardır. Sonra “İnsanlar kendi malları üzerine yetkilidirler” hadisini de malı olmayanın aleyhine ve mal sahiplerinin lehine tefsir ettiler. Böylece fetva, içtihat ve hüküm çıkarmak için bir temel oluşturdular; mal, mülk düşkünlüğünü, altın ve gümüş yığmayı, servet biriktirmeyi, özel mülkiyeti, sermayeye tapmayı reddeden; ürünün işi yapana ait olduğunu beyan eden, eşitlikten bahseden, bunu tekrar tekrar belirten ve tekid eden onca ayet, rivayet, Kur’an kıssaları, hadisler, sahabenin beyanları ve uygulamalarına rağmen bütün bunları sadece ‘irşad amaçlı’ yani tavsiye ve nasihat amaçlı ahlakî durum olarak ele alınıp yorumlandı. Bunların fıkha girmesine bile müsaade edilmedi ve sadece İslam ahlakı kapsamına alındı. Zenginlerin çıkarlarına tevil ve tefsir edilebilecek ekonomik esaslar ise, fıkhî hükümler, uygulanması gereken kurallar ve ilahî emirler olarak günümüze kadar taşındı. Oysa yoksul ve mahrumların yararına olan ekonomik esaslar; ahlakî değerler, manevi temeller ve irşadî tavsiyeler olarak yorumlandı. Dini temelinden sarsan bu ihanetlerin etkilerini, günümüze dek ortaya çıkan İslamî yapılanmaların büyük çoğunluğunda görmekteyiz.
Egemen sınıflar tarafından, zulme uğrayan Müslüman halkların direnmesini önlemek için insanlar arasında suni (yapay) ayrımlar yaratılmıştır. Mezhepsel, ırksal, fikirsel vs. ayrıştırmaların bu toplumlar içerisinde oldukça yaygınlaşması, beraberinde kendi kendini idare edemeyen, toplumsal sorunlarını çözmekten aciz, dışa bağımlı, güçten düşürülmüş Müslüman halkları oluşturmuştur. Ortaya çıkan bu olumsuz sonuç Müslüman halkların yaşadığı toplumlarda, yapay ayrıştırmaların bertaraf edilmesi, adalet, eşitlik, sınıfsal farkların ortadan kaldırılması temelinde ortaya konacak, sosyal adaletçi (gerçek İslamcı) örgütlenmelerin oluşmasını, güçlenmesini ve etkinlik sağlamasını da zorlaştırmıştır (neredeyse imkansız kılmıştır).
Bu biçare mustazaf halklar yüzlerce yıl etkisi altında kaldıkları zulüm ve baskılar sonucunda yanlızca dinlerini değil, doğal kaynaklarını, kültürlerini, tarihlerini ve hatta kimliklerini dahi kaybetmeye mahkum olmuşlardır. Emperyalizmin kölesi ve sömürgesi hâline dönüştürülerek tamamıyle asimile edilmekle yüzyüze bırakılmışlardır. Çoğunlukla Müslüman halkların yaşadığı bu toplumlarda gerçek anlamda siyasal İslamın varlığını ortaya koyabilmesi mümkün olmamıştır. Ancak bu alanın boş bırakılmasının tehlikeli olacağının farkında olan çıkarcı güçler, siyasal İslam kisvesine bürünmüş, emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmekten başka hiçbir işe yaramayan örgütlenmelerin kısmî olarak önünü açmıştır. Bu toplumlarda sosyal adalet mücadelesi veren İslamî yapılanmalar oluşturulmaya çalışılmışsa da kısa sürede ya yok edilmiş, ya da güçlenmeleri ve etkin hâle gelmeleri, niteliklerini kaybetmeleriyle mümkün olmuştur.

İslamî oluşumlara dair
Dünya Müslümanlarının içine düşmüş oldukları yozlaşmalar, dini temelinden etkileyen hayati unsurlar olarak ortaya çıkmaktadır. İslamî toplumların çırpındıkça batmaları, din temelinde elde ettikleri toplumsal çıkarımları kaybederek depolitize olmaları, daha fazla asimile olmaları sonucunu doğurmuştur.
Bu hâliyle temelleri sarsılmış, özünden uzaklaştırılmış, ilkesizleştirilerek bir bakıma unutulmaya terkedilmiş anlayışlarla sosyal adaleti sağlayacak, siyasî oluşumlar ortaya koymaları, toplumsal sorunlara çözüm üretebilecek siyasî yapılar kurmaları imkansızdır.
Tarihsel asimilasyonun yok ettiği değerleri ortaya koyabilmek adına, ekonomik, kültürel, toplumsal vb. alanlarda İslam’ın tüm sorunlara çözüm getirebileceği gerçeğinin farkında olan birtakım kimseler, yaşamış oldukları coğrafyalarda; örgütlenme, Müslüman halkları yeniden asıl kimliklerine kavuşturma mücadelesi vermişlerdir. Yakın tarihte İkbal, Teleğani, Sadr, Şeriati gibiler yeniden diriliş ve aslına dönme adına ciddî adımlar atmış öncü kişilerdir. İslamî coğrafyalarda etkisini gösteren bu haykırışlar sonucu ortaya çıkan yapılanmalar, kendilerini oldukça kompleks vakaların içinde savunmasız ve hazırlıksız olarak bulmuşlardır. Nitekim ya kendi içlerinde kontrolü sağlayamadıkları için ya da dış etkenlerin sızması ve bu hareketleri emperyalist çıkarlar doğrultusunda yönlendirmeleriyle etkin olmaları engellenmiştir.
Mısır’da başta Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) olmak üzere o coğrafyanın dindar kesimlerini temsil eden oluşumların hâlen varlıklarını sürdürdüklerini görmekteyiz. Ancak yılların birikimi olarak ortaya çıkan bu yapılanmaların onca tecrübe ve olanaklarına rağmen, Amerikan güdümünde olan kukla Mısır yönetimini deviremediğini görmekteyiz. Elbette Mısır’ın en güçlü örgütü olan Müslüman Kardeşler hareketinin önderi Hasan-el Benna’dan günümüze kadar geçirdiği evreleri de gözardı etmememiz gerekir. Günümüzde hâlen Mısır meclisine girme çabaları sarfeden bu hareketin, ekonomik ve siyasî örgütlenmeleri, irşat ve tebliğ çalışmaları yaptıkları görülmektedir. Ancak göstermiş oldukları tüm bu çabalar çoğu zaman Ezher ulemasının kapitalist sömürüyü onaylar açıklamalarının gölgesinde kalmaktadır. El-Ezher ulemasının bu işbirlikçi tavırları o bölgede faaliyet gösteren tüm İslamî hareketleri etkisizleştirilerek, Mısır halkının Amerikan emperyalizmi karşısında güçsüz bırakılarak sömürülmesine sebep olmaktadır.
Cezayir halkının kendi içerisinden çıkardığı oluşumların, bir dönem Fransız sömürüsünü temsil eden rejim ve yandaşlarıyla mücadele ettiklerini görmekteyiz. Sonrasında FİS’in seçimleri kazanması, Fransız ve emperyalist güçlerin müdahale ve kışkırtmalarına zemin hazırlamış, bununla da kalmayıp, Cezayir halkının iç savaş nedeniyle daha da yoksullaştırılması söz konusu olmuştur. Cezayir örneği, İslamî oluşumların temel sorunu olan ilkesizleştirme problemini ifşa eden ciddî bir olgu olmuştur, FİS yapılanma sürecinde sınıfsal mücadeleyi öncelemek yerine, sınıf farklılıklarını yaratan özel sektörü savunmuş, rekabeti teşvik etmenin gerekliliğini öne sürmüştür. Nitekim kapitalist yöneticilerin yıllarca dini içten içe yok etme adına ortaya koydukları, sosyalizm yerine kapitalizmi dinden sayan FİS ve benzeri oluşumların emperyalist güçler karşısında toplumsal değerleri ayakta tutmalarını olanaksızlaştırmıştır.
Pakistan’da da buna benzer gelişmeler görülmektedir. Hindistan’dan sırf Müslümanların kendi devletlerini kurup kendileri yönetmeleri adına ayrılarak kurulan Pakistan, Müslüman halkların yaşadığı ama bir türlü Amerikan emperyalizminden kurtulup iktidarı ele geçiremedikleri ülkeler arasında yer almaktadır. Bu ülkenin halkı da sahip oldukları yozlaştırılmış din anlayışı sebebiyle, Pakistan genelinde sosyal adalet ilkesini temel alan bir oluşumu var etmekten yoksun kalmıştır. Bir türlü başarı elde edememelerinin yanısıra günden güne fakirlik ve yoksulluğun arttığı da görülmektedir.
İran’da devrimle neticelenen uyanış ve direniş hareketinin, uzun yıllar verilen zor ve meşekkatli bir mücadele sonucu, o dönem Amerika’nın Ortadoğudaki en etkin uşağı olan Şah’ı devirerek iktidara geldiklerini görürüz. 1979 Devrimine kadar süren mücadelede İran halkının emperyalizme ve Amerikan uşaklığına karşı oldukça ciddî mesafe alması, sınıfsal mücadelenin gerekliliğinin anlaşılmasını sağlamasıyla, İslam dünyasına örnek olmuştur. Emperyalist güçler karşısında başarının imkansız olmadığını ortaya koymuşlardır. İran İslamî hareketlerini başarıya götüren en önemli etken; Ali Şeriati, Ayetullah Teleğani vb. âlim ve aydınların sosyalist yapılanmalarla bir araya gelerek sınıf temelinde, sosyal adalet mücadelesi göstermeleri olmuştur. Ancak devrim sonrası, devrimi ortaya çıkaran bu etkenlerin sınırlandırılması sonucunda İran halkının sosyal adalet’i talep eden kısmî ayaklanma ve itirazları görülmektedir. Devrim sonrası toprak reformu ve adaletli gelir vergisinin gündemden çıkarılması sonucu zengin fakir kutuplaşmasının sürdüğü görülmektedir.
Uzun yıllardır Lübnan’da faaliyet gösteren ve halkın da desteğini yanına alarak mesafe katetmeyi başaran Hizbullah, İmam Musa Sadr tarafından Hareket-i Mahrumiyye (Mahrumlar Hareketi) olarak sınıfsal mücadelenin ön plana çıkarıldığı bir halk hareketi olarak faaliyet göstermiş ve oldukça etkin hâle gelmiştir. Günümüzde Amerikan karşıtlığının temsilcisi hâline gelen, İran tarafından desteklenen Hizbullah’ın siyasî lideri Fadlullahın’da söylemlerinde ve pratik mücadele alanında sosyal adalet olgusunu temel aldığı ve dünyada Aydınlanmacı pozitivist etkiler altında İslam aleyhinde önyargılı olmayan sosyalist ve antiemperyalist oluşumların takdirini aldığı görülmektedir.

Türkiye’de siyasal İslam süreci
Osmanlı’nın yıkıntıları arasında yükselen Cumhuriyet halkı, dini kullanarak sömürdüğünü iddia ettiği din adamlarını idamlarla katlederken, diğer yanda Müslüman halkın olası devrimci mücadelelelerine engel olmak adına, dinî alanda halkı yönetip yönlendirecek olan işbirlikçi din adamlarını da yedeklemeyi unutmamıştır. Cumhuriyet İstiklâl Mahkemeleriyle Osmanlı döneminde dinsizlikle, anarşistlikle, solculukla suçlanarak katledilen birçok devrimci din âliminin kalıntılarını da ortadan kaldırmıştır. Emperyalist ve kapitalist sömürüyü dikkate almaksızın, şekilcilikten öteye geçmeyen bir din anlayışını ortayan koyan âlimlerin varlığını ise tehdit olarak görmemiştir. Nitekim bu tarz bir din anlayışının toplumu sindirmede ciddî katkıları olmuştur. Ezilen ve sömürülen halkın siyasetten uzak tutulmasını sağlamanın yanısıra, hak talebinde bulunmanın, iktidara isyan etmenin haram sayılmasıyla da yozlaştırılan din anlayışı, kapitalizmin hizmetine sunulmuştur. Hatta şu anda da âlimler ve din adamları hâkim sınıfla uzlaştığı için gerçek âlimleri ve İslam'ı toplumda lekelemiş, sevilmez bir hâle getir¬miştir. Bugün halk bazında gerçek âlimlere ve İslam'a olan antipatinin nedeni din adamlarının hâkim sınıfla uzlaşması ve entegrasyon içine girmesidir. Sosyalistlerin, Müslümanları iflah olmaz kapitalizm yanlısı sağcı olarak görmeleri de devletin zulüm ve haksızlıklarını görmezlikten gelerek kutsayan yanlış din anlayışının sonucudur (oysa ki İslam dini, haksızlık ve zulme asla sessiz kalmamayı emretmektedir).
Cumhuriyetin ilanı sonrası, sosyal hayattaki devrimler ve birtakım din adamlarının ihaneti, halkı çok büyük bir sinmişlikle başıboş bırakmış ve iradesizleştirilmiş bir topluluk olarak geleceğe taşımıştır.
Halkı siyasetten ve siyasî düşünmekten uzaklaştıran bu tür faaliyetler bir dönem etkinliğini sürdürmüştür. Sonraki dönemlerde İslam’ın kamusal ve siyasî alanda bulunması kaçınılmaz hâle gelince o alanları da kontrol altına almak adına alternatif yapılara ihtiyaç doğmuştur. Yeterliliklerini yitiren şekilci yapıların yansıra kapitalizmle barışık ama siyasî alanda İslamı temsil iddiasında olan Millî Görüş hareketi yükseldi. Ancak bu iki yapıda hâlen ihtiyaca binanen kullanılmakta ve o alanları boş bırakmamaktadır.
Süreç içerisinde, özellikle İran Devrimi sonrasında bir takım rejim karşıtı söylemleriyle adından söz ettiren İslamî yapılanmalar olmuşsa da ciddî gelişmeler kat edememiş, kısa sürede engellenmişlerdir. İslam dininin özünde var olan sosyal adaleti, sınıfsız toplumu, antiemperyalizmi, antikapitalizmi, huzuru ve kardeşliği, sömürüye karşı devrimci bir ruhla dillendiren şahıslar ise, diğer yaygın yapılanmaların gölgesinde kalarak etkisiz ve güçsüz bırakılmışlardır.
İran Devrimi sonrasında, devrimin yansımalarının etkilerini yok etmek adına Türkiye’nin doğusunda Hizbullah, diğer bölgelerdeyse Hizbu-t-Tahrir ve benzeri yapılanmalar rejim tarafından örtülü olarak desteklenmiştir. Ne acıdır ki emperyalist güçlerin önlem almak zorunda kaldığı İran devrimi zaman içerisinde zulme isyanın değil, yaygınlaşarak devam eden mezhep taassubunun temsili hâline getirilmiştir. Düzenle barışık Sünni yapılanmaların etkilerini kısmen kaybetmesiyle kaygılanan sömürü güçleri, günümüzde Şiî yapılanmaların önünü açmaktadır, olası bir devrimci sınıf mücadelesinin önünü mezhepsel tefrikalarla yok etme adına olsa gerek.

Ilımlı İslam aldatmacası
Bugün her ne kadar “İslamcı gruplara karşı Ilımlı İslam. Ve ben bunun merkeziyim” (Aydınlık Dergisi, 28 Mart 2004, 871, 10.s.) diyen Fethullah Gülen bu sözlerle dünyaya kendini bu ekolün mucidi ve öncüsü olarak tanıtarak bir yerlere mesaj gönderip bu işin merkezi olduğunu ilan etmişse de “Ilımlı İslam” denilen uyduruk bir düşüncenin geçmişi çok eskilere dayanır.
Bu ekol, İslam hareketinin karşı devrimcilerinin (Ebu Süfyanoğlu Muaviye’nin, Kab’ül Ahbar’ın, Amr el-As’ın, Ebu Hureyre’nin vs.) mirası olup bugün Amerikan emperyalizmi tarafından yeniden alternatif din olarak İslam âlemine sunulmaktadır.
Emperyalizm (sosyal adalet) İslam anlayışını tamamıyla ortadan kaldıramayacağını anlamıştır. Bundan dolayı toplumun egemen sınıflarını da yanına alarak geçmişte olduğu gibi, dini doğrudan doğruya reddetmeyen fakat inanç sistemlerini körelten metotlara baş vurmuştur. Dolayısıyla adalet anlayışına bire bir tavır almak yerine çok daha kötü, çok daha iğrenç oyunlara baş vurmaya başlamıştır. Eski metodun yerine şimdi İslam memleketlerinde İslam kıyafetine bürünmüş Fethullah Gülen ve AKP tarzında birtakım yapılanmaları ortaya koymuştur.
Kendisini Müslüman olarak tanıtan ve dinî inançlara hürmet ettiğini belirten cemaatler ve sistemler ile zavallı halk, Müslüman bir cemiyette yaşadığını sanıp bütün bu hâllere boyun eğmektedir. “Öyle değil mi ya? Bir takım ‘hoşgörülü’ kimseler namazlarını kılmıyorlar mı? Oruçlarını tutmuyorlar mı? Onlara karışan var mı?
“Şayet bu halklar içerisinde, o oyunlara gelmeyen ve müsaade etmeyen, sahte din adı altında zerkedilen uyuşturucu maddelere kendisini teslim etmeyenler olursa, Allah’ın kelâmını değiştirerek din namına maskaralıklara vasıta olanlara müsaade etmeyen, açıkça küfrün ifadesi olan hükümleri İslam adına kabul etmeyen, fasıklığı, facirliği ve kapitalizmi ilericilik, yenilik adı altında kabullenmeyen bir kitle var ise... Evet bu saydığımız vasıflara sahip bir kitle, toplum içerisinde varlığını koruyabiliyorsa, işte bu şer kuvvetleri o kitlenin üzerine tüm güçleriyle saldırırlar. Bir takım yalan ve ithamlarla onları bastırmaya çalışırlar. Bütün bunların yanısıra beynelmilel basın ve yayın vasıtaları, haber ajansları bütün bu baskı vasıtaları karşısında kör, sağır ve dilsiz gibi hiçbir şey konuşmadan susarlar, görmemezlikten gelirler ve hiçbir şey duymamış gibi olurlar…” (Kutub 1993: 74).
Durum böyle olmasına rağmen bir takım bilinçsiz Müslümanlar da yanılgıya düşerek zulümle adalet arasındaki bu savaşın dünyevî bir savaştan ibaret olduğunu varsayarlar. Büyük bir sindirilmişlikle, dinî ve ahlaki sorumluluklarını yerine getirmektense, gidip basit meselerle meşgul olurlar. Şekilcilikten öteye geçmeyen bir din anlayışıyla, küçük kötülükleri ve günahları bertaraf etmek için çalışırlar. Bu alanda üzerlerine düşen vazifelerin hepsini yaptıklarını zannederler.
İşte bu nedenle açıktan değil gizli, tanrısızlıkla değil tanrıyla, dinsizlikle değil din’le (Ilımlı İslam’la) geliyorlar. Hem de yanına bel’am âlimleri ve ihanet içindeki bir takım idarecileri alarak.
Tüm bunların ötesinde, yalnız ülkemizde değil, tüm dünyada yaşanan küresel kaos ortamının ortadan kaldırılmasının, özellikle Müslümanlar adına yaşanan bunca talihsiz tecrübeler sonrasında zalim-mazlum, ezen-ezilen, mustazaf-müstekbir vb. kutuplaşmaların yok edilmesi temelinde verilecek bir sınıf mücadelesiyle gerçekleşeceği kanaatindeyim.
Müstekbirlerin, dini yozlaştırarak yanlarına almasına destek olmak yerine, adaleti temel alan bir bakış açısıyla kucaklaşmak ve tek yumruk olarak zulmün üzerine yürümek gerekir. Ancak bu temelde dinli ya da dinsiz tüm kapitalistlere karşı ortaya konacak bir mücadele, ilahî dinin gerekliliği olan, yeryüzünün herkes için yaşanılabilir bir diyar kılınmasını sağlayacaktır.
Vesselam...


Kaynakça
Kutub, Seyyid. 1993. Fi Zilal-il Kur’an. Tercüme Emin Saraç, İ. Hakkı Şengüler, Bekir Karlıağa. Cild: 5. İstanbul: Birleşik Yayınları.
"Doğudan dergisinin Türkiye'de İslam ve kapitalizm konulu 15. sayısında yayınlanmıştır"02/2010

İSLAM VE SOSYALİZM--------------------Muhammed Nur DENEK

İslam, toplumlarda huzur ve adaleti yaygınlaştırmak, eşitlik ve özgürlüğü sağlamak, bu uğurda mücadele etmek, bu yolu benimsemek ve yaşamak demektir. Sol ya da sağ ifadeleri ise insanlık tarihinde, var olanı benimseme ya da reddetmeyi ifade eder. Ancak bu anlam zaman içerisinde bu halinden çıkıp bir takım ideolojilerle bağdaştırılır hale gelmiştir.

Günümüzde ideolojik kavramlar haline gelmiş olan bu ifadeler muhalefet yada iktidarı ifade etmek yerine; farklı çevrelerde farklı anlayışlarla içi doldurulmaya çalışılmıştır. Muhafazakar kesimlerce; solculuk dinsizlik, sağcılık muhafazakarlık olarak algılanırken, milliyetçi çevreler bunu vatanseverlik ya da vatan hainliği olarak algılamıştır, benzeri algılar hep iki kutuplu bakış açılarının sonucudur. Siyasal islami kimlikleriyle öne çıkaranlar ise dünyadan kopararak teolojiye mahkum ettikleri tanrı inançları sebebiyle, ne sağcıyız ne solcu diyerek ikisini de dışlama yoluna gitmiştir -oysa ki din hayatın içinde olmalıdır ve doğal olarak da toplumsal ilişkileri şekillendirmelidir-. Bu algıların tamamı aslında yaygın olanın, azınlığa bakışının sol şeklinde ifadesi sonucu oluşmaktadır. Bu anlayışlar zaman içerisinde artık iki farklı anlayışı ifade eder hale gelmiştir. Solculuk, sosyalizm, toplumculuk ve paylaşım, sağcılık ise kapitalizm, bireysel mülkiyet, sınırsız zenginlik ve fakirlik anlamlarını ifade etmektedir.

Bu anlamlarıyla bu iki ekonomik sistemi kendi içlerinde değerlendirdiğimizde birbirine zıt olan iki yapıyla karşılaşırız. Bu iki yapıyı kısaca incelediğimizde İslam’ın toplumsal ekonomik yapıya bakış açısının sosyalizme benzerlikleriyle yüzleşiriz. Sosyalizm, İslam değildir itirazlarını yükselten bazı kesimler aslında ciddi bir demagoji yaparak olayın anlaşılması endişesini taşımaktadırlar. Nitekim İslam’ın ekonomiye bakış açısının bir benzeri olan sosyalizm –müslüman olmadan önce kapitalist olan çıkarcı kimseleri oldukça korkutmaktadır-.

Kısaca inceleyecek olursak; Sosyalizm veya toplumculuk, iktidar ve üretim araçlarının halk tarafından kontrol edildiği bir toplum fikrine dayanan ekonomik sistemdir. Sosyalizm şu anda gerçek anlamıyla hiçbir ülkede uygulanmamaktadır. Sosyalizmin uygulanacağı bir toplumda ortak mülkiyet ve halkın ortak yönetimi bulunacaktır. Hiçbir yapı, iktidar ya da kişi topluma dikta edemeyecektir. Üretim kâr amaçlı değil, yanlızca ihtiyaç için yapılacaktır. Sosyalizmin uygulanacağı toplumlarda mal-mülk sahibi kişiler olmayacak, her şey herkese ait olacaktır. Dolayısı ile topluma kargaşa ve kâr amaçlı çatışmalar değil kardeşlik ve huzur hakim olacaktır. Sosyalizmin en temel ifadesi; herkesten yeteneğine göre almak, herkese ihtiyacına göre vermek ilkesidir.

Kapitalizme gelince; Kapitalizm (anamalcılık/sermayecilik), özel mülkiyetin, üretim araçlarının büyük bir bölümüne sahip olduğu ve işlettiği, yatırım, dağılım, gelir, üretim, mal ve hizmet fiyatlarını piyasa ekonomisinin belirlediği sosyal ve ekonomik sistemdir; fiyatları arz talep dengesi belirler, dolayısıyla emeğin belli bir değeri yoktur. Bu sistemde genellikle bireylerin ya da grupların oluşturduğu tüzel kişiliklerin ya da şirketlerin emek, yer, üretim aracı ve para ticareti yapabilmeye hakkı vardır. Kapitalizm şu anda hemen hemen tüm ülkelerde var olan sistemin adıdır. Bu sistemde tüm üretim ve dağıtım araçları (toprak, fabrikalar, bürolar, ulaşım araçları, basın vb.) bir azınlığın, zengin sınıfın tekelindedir. Tüm zenginlik, kafa ve beden gücünü, maaş ve ücret denilen bir fiyat karşılığı kapitalistlere satan emekçiler tarafından üretilmektedir. Bu üretimin amacı pazarda belli bir kâr ile satılabilecek mal ve hizmetler yaratmaktır. Zengin sınıf lüks ve şatafatlı yaşantısını, emekçi sınıfı sömürerek devam ettirir. Yani para ve imkan sahibi olan azınlıklar, mahrum bırakılmış olan çoğunluk üzerinde sulta kurar “öyle ki paranız nispetinde sağlık ve eğitim hakkınız olur, paranız yoksa yaşama hakkınız da yoktur”.

Sağ ve sol ya da kapitalizm ve sosyalizmi kısaca inceledikten sonra şimdi İslam’ın toplumsal ekonomik yapıyı nasıl belirlediğini inceleyelim.

Mal sahipliği ihtiyaçla sınırlıdır, mülkiyet otorite ve sahip olma gücü anlamına gelir. İnsanın gücü ve otoritesi sınırlı olduğundan dolayı hiçkimse “sermaye ve mülk konusunda” kendini mutlak malik ve tam bir sahip olarak görmemelidir. Mutlak mülkiyet ve kesin sahiplik, insanı ve diğer bütün varlıkları yaratan ve onları kontrolünde tutan Allah’a aittir, o hâlde insanın mülkiyet hakkı asıl sahibi olan Allah’u Teala’nın izin verdiği miktarda ve kendisine bahşedilen akıl ve özgürlük kapasitesi ile sınırlıdır. Allah tektir ve hiçbir şeye muhtaç olmayan sadece O'dur. İhtiyaç içinde olan insandır. Toplumsal adalet, cimrilikle veya para ve malları toplum hizmetinin dışında bırakmakla değil, ancak Allah için, “yani yarattıklarının hizmetinde”, harcamakla elde edilir. Böylece İslâm, kazanma ve harcama faaliyetlerine halkın refahını yükseltecek biçimde, bir yön vermektedir. Allah’ın birliğine teslim olan insanın, bir parçası olduğu dünyanın adil, kudretli bir güce ait olduğunun daima bilincinde olmasını sağlar. Kuran’da yeryüzü ve kaynaklarının Allah’a ait olduğunu açıkça ifade eden birçok ayet vardır. Bu kaynakları insanlığın emrine veren O'dur. İnsan bu konumuyla Allah’ın yeryüzündeki halifesidir, mülkün mutlak sahibi olamaz. Halifesi olduğu mallarda toplumun haklarına riayet etmek zorundadır, aksi hâlde malı sahiplenmeye kalkarsa toplumun hakkını gasp etmiş olur ve cezalandırılır (hırsız hükmündedir).

Kur’an ayetlerinden çıkarılan sınırlı ve izafî mülkiyet ilkesine göre insan ne mutlak maliktir ne de yeryüzünün tam sahibidir. İnsan arzu ettiği ölçüde sermaye biriktirme hakkına sahip olamayacağı gibi, kendi seçtiği herhangi bir yolla maddi zenginlik de elde edemez. Gerçekten yeryüzünün tüm zenginlikleri Allah’a aittir ve insan onun vekili ve hizmetçisidir.

Bu sınırlı ve toplumsal zenginliğin hayata yansıması şu kurallarla sağlanabilir;

1- Toprak ve tabiî kaynaklar hiç kimsenin şahsî malı olamaz. Bütün insanlara aittir.

2- Kişi, toprak ve tabii kaynaklar üzerinde, ancak onları topluma verimli ve yararlı bir şekilde kullanırsa, üretmiş olduğu ürünler ve mallar üzerinde toplumun haklarını gözetirse, kullanım hakkına sahip olabilir.

3- İnsanların ihtiyaçlarından fazla sermaye, para, altın, mülk biriktirmesine izin verilmez. Mal ve sermaye (kapital) biriktirme sınırsız olursa, mal ve sermaye sahipleri aşırı güçlenirler ve hayatın zaruri kaynaklarını da tekellerine alarak toplumun diğer fertlerini zor durumda bırakırlar.

İslam, birey ve toplum için zararlı veya faydasız olan harcamaları yasaklar. Bunlar İslam’ın toplumsal ekonomiye ilişkin bir kısım ilkeleridir.

İslam dini, tabiattaki tüm canlı ve insanların doğal şartlar ya da toplumsal ilişkilere dayalı olarak birbirlerinden farklı yetenek, zeka ve özelliklere sahip olmalarının, yeryüzü imkanlarını kullanmada farklılığa yol açmaması gerektiğini bildirir. Yaratılışta ya da yaratılış sonrası toplumsal ilişkiler sonucu hiçkimse sermaye, yetenek ya da yüksek tahsil görmüş olması sebebiyle diğer insanlardan üstün olmamalıdır. Bu özellikler insanların bir diğerine karşı üstünlüğü ya da eksikliği olarak yansımamalıdır. Aksi takdirde bu zulüm olur, İslam dini bu durumu şirk olarak nitelendirir. Nasıl ki, bedensel ya da zihinsel engelli bir insan bu vasıfları sebebiyle alçak görülmemeliyse, aynı şekilde yetenek, beceri, cinsiyet vb. farklılıklar da üstünlük ya da eksiklik olarak anlaşılmamalıdır, yeryüzü imkânlarını kullanmada insanlar eşit hale gelmelidir. İslam, bu eşitliğin sağlanmasını “tevhid” olarak nitelendirmektedir.

“...yanınızdakilerle eşit hale gelmiyorsunuz, Allah’ın nimetini inkar mı ediyorsunuz?” (Nahl, 71)


“Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin.” (Bakara, 188)

“Servet içinizdeki zenginler arasında devreden bir mal olmasın. (Haşr, 7)

İslam dini, sınıfsal farklılıkların oluştuğu toplumları “müşrik toplum” olarak nitelendirmekte ve men etmektedir.

“Şüphe yok ki, Firavun yeryüzünde (ülkesinde) büyüklük taslamış ve ora halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kesimi eziyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz o bozgunculardandı. Biz ise, istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları varisler kılalım.”(Kasas, 4-5)

İslam dininin toplumsal ekonomiye bakış açısının temel ilkelerini oluşturan bu açıklamalar, sosyalizmin temel ilkesini oluşturan “herkesten yeteneğine göre almak, herkese ihtiyacına göre vermek” ilkesiyle İslam’ın ekonomik ilkelerinin bağdaştığını göstermektedir. Oysa kapitalizmin bencilliğe, çıkarcılığa dayalı, insanların bir kısmını zenginleştirirken diğerlerini fakirleştiren, sınıflara bölen zulüm sistemini de şirk olarak ifade etmekte ve kesinlikle reddetmektedir. Dolayısıyla İslam dini, sosyalizmi kapsarken, kapitalizme şiddetle karşı çıkar.


[02.04.2010'da Evrensel Gazetesi'nde yayımlanmıştır]