29 Mart 2010 Pazartesi

"Bu Defa" Kazanacağız................. [Muhammed Nur Denek]

İnsanlığın toplumsal yaşamında, ortaya çıkan adaletsizliklerin kaynağı, yaşam imkân ve olanaklarının eşit şekilde paylaşılmıyor olmasıdır. Bu dengesizliğin yok edilememesi ise sınıfsal bakış açısının, diğer muhtelif ayrıştırmalarla gölgelenmiş olmasında saklıdır. Egemen sınıflar, ezilen toplumlara rağmen varlıklarını sürdürmektedir. Kendi içlerinde oluşturdukları farklı yaşam biçimlerini, siyasi bakış açılarını, mezhepsel ve dini tefrikaları ezilen ve sömürülen insanlar içerisinde yaygınlaştırarak, asıl sorunu öteleme ve anlaşılmasını zorlaştırma yoluna gitmektedirler. Bu yolla da Allah’ın tüm insanlık için yarattığı nimetlere zulüm ve haksızlıklarla el koyarak yoksulların haklarını gasp ederler.

Toplumların sınıfsız ve eşit hale gelerek adil bir hayat yaşamalarının sağlanmasının en önemli yolu ilahi mesajın gereği gibi anlaşılmasıdır. Sömürüyü mümkün kılacak en önemli etken ise ezilen halkların hak arama talebinde bulmalarını engelleyecek olan dinin afyon halidir.

Bir toplumu teslim almak ve bu toplumun kalbinde köleliği egemen kılmak için ilahi mesajı ortadan kaldırmak gerekir. İslam, 'ilerlemeye, modernleşmeye, uygarlaşmaya karşıdır, gericiliktir' sözleriyle, birtakım kişilerin eliyle afyonlaştırılarak ortadan kaldırılmalı ki; hiçbir zorluk ve hiçbir engelle karşılaşmaksızın sömürgeciler, zenginleşmek isteyenler topluma girebilsin! Adalet ve paylaşma dini, insanların zihninden çıksın, toplumun gelişimi sorunuyla ilgilenmekten vazgeçip bir kenara çekilsin ki kapitalizm ve kölelik düzeninin yolu açılsın!

Bunun yanında aynı tiyatronun diğer sahnesinde ise başka tip oyuncular bir başka oyunu sergilemektedirler. Diğer oyuncuların tersine burdaki tüm oyuncular dindar; tüm çehreler kutsal, söylemler ise tamamen dinidir; Allah (göklerde), peygamber (tarihte), kitap, günah, sevap, takva, maneviyat (kalplerde), nefsi öldürme, cennet, cehennem... Bunlar, tarikat, mürşid, hizmet, cemaat adı altında dinin gerçeklerini ve asıl hedefini unutturur, toplumu başka yönlere sevk ederler.

Toplumlara sunulan bu her iki oyunun farklı metotlarla da olsa hedefleri birdir; Dine karşı olan aydınlar, yazarlar vs., bilimsel hilelerle dine karşı bir ürküntü verip insanların bu dinden kaçmasını sağlarken, menfaatperest din adamları da, sergiledikleri büyüleyici ve hünerli oyunlarıyla halkın gözünü bağlayıp cezbeye düşürücü virdlerle kafaları şişirerek uyuturlar. Halkın vaktini anlamsız, ruhsuz, boş; kural, gelenek ve görenek biçimleriyle öldürür, adına ilahi dedikleri sözde dinleriyle beyinleri felç ederler.

Bu sözde din adamları, güya Allah’ın varlığını kanıtlamak için hayvanların ve bitkilerin üreme durumlarıyla ilgilendikleri kadar insanların durumlarıyla ilgilenmezler. Hayvanların ve diğer canlı türlerinin yaşam mücadelesini konu alan yüzlerce belgesel hazırlarlar ama “Yeryüzünün Halifesi”nin –insanın- nasıl köleleştiğini, nimetlerle dolu yeryüzünde nasıl aç bırakıldığını konu alan tek bir kitap bile yazmazlar. Ahirete ilişkin mübalağalı hatta asılsız hayaller veya ölümden sonra yeniden dirilmenin şekil ve yöntemiyle çok meşgul olduklarından bugünü, şimdiki zamanı unutmuş gibi görünerek İslam’ı, Müslümanları şimdiki zamanda yok sayma yoluna giderler.

Kim bunlar? Asıl işleri ve hedefleri nelerdir? Sırf toplumu etkilemek adına mucizelerle, cinlerle, bidat’larla, hurafelerle ortaya çıkarlar, bu yüzden meydanı boş bulup o kadar çok taraftar bulmuşlardır ki; bugün birçok kişiye sorsanız ya onun mürididir ya da diğerinin cemaatına mensuptur, ya falan dergi çevresindendendir ya filan dernektendir (onlardan olmayanlar zaten ya mürteddir ya da komünist, bunlara uymazsa da başka şey derler).

Birileri çıkıp hakikatleri anlatınca (düne kadar Şeriati, Telagani vb, bugünlerde İhsan Eliaçık), kuyrukları sıkışan menfeatperest uyduruk din adamları, İslamcı geçinen yazarlar topluma zerk ettikleri afyonun panzehiriyle savaşırcasına saldırıya geçerler.

Her dönemde bu din kisveli hainlerin işi; halkları –Şeriati’nin deyimiyle:- "ruhi bir manyetizmle gözleri açık olarak uyutmak" ve onları "Gerçek, olması gereken, hayat, hareket, sorumluluk, cihad ve insan yaşamına dünyada yön veren İslam’dan uzaklaştırarak küskün, hareketsiz ve donuk bir İslam’a bağlamak olmuştur. Öyle bir İslam’a ulaştırır ki; insanların ruhunu geçmişe bağlar ve o geçmişin havası içinde, tek başına, direk olarak ölüm sonrasına fırlatır" (Ali Şeriati, Dinler Tarihi, çev. Erdoğan Vatansever, s.261)

Böyle bir İslam’a inananların, "bütün bu yaşananlar önceden belirlenmiştir" diye düşünenlerin; sömürgecilerin ve işbirlikçi kapitalistlerin elinin kendi cebinde ne aradığından haberi olabilir mi? Onun için karşı koymanın hiçbir değeri yoktur ve kapitalistlere isyan Allah’ın iradesine isyandır! Çünkü "sanırlar ki" onlara bu zenginliği Allah vermiştir...

Oysa din; tolumun sorunlu iktisadi yapısı altında bile çözümler üreten en önemli etkendir. Çünkü bu dinin (İslam’ın) yegane şiarı; Yeryüzünün kaynaklarının başında oturmuş, çoğunluğu mahrum bırakan zorbalarla sürekli mücadeledir. Bu din; sanıldığı gibi ibadetler manzumesinden ibaret değildir. Çünkü bu; "Dünya ahiretin tarlasıdır" diyen ve haksızlığa, sömürüye uğramış halk kitlelerini hakka kavuşturan bir dindir. Ve; "Dünyalık geçimi olmayanın Ahireti de yoktur... Fakirlik bir kapıdan girerse diğer kapıdan da iman çıkar" diyen bir peygamberin dinidir. Bu dinin önderleri bir yandan namazı "dinin direği" kabul ederken, öte yandan; "Yoksulluk küfre götürücü araçtır, dinini dünyasına, dünyasını da dinine feda eden birdir. Her ikisi de bizden değildir" prensibini açıkça haykırmışlardır. Öyle ki, Âlemlerin Rabbi, Kur’an-ı Kerim’de, "diğer insanlarla eşit hale gelmemeyi" Allah’ın nimetini inkâr olarak tanımlamaktadır (Nahl-71).

Yeryüzünde varlığını ıspat ettiği günden itibaren insan fıtratına va karakterine uygun olan bu din; maddi faydalanma, güç ve güzellik veren bir sosyal düzen olmasının yanında, insan yaşamı süresince, maddi refah, sağlıklı bir yaşam, eşitlik ilkelerini uygulayan bir sosyo-ekonomik yapı, bir kültür ve bir inanç bütünüdür de.

Bu dinin Allah’ı en güzel varlıklar ve en faydalı şeylere yemin ederken; insan yaşamının lezzet ve izzetini de över. Bu dinin peygamberi; her haliyle; hayat, siyaset, savaş, güç, cihad, takva ve güzelliği simgeleyendir. Bu dinin kitabı; ölüm ve fizik ötesinden önce, doğadan, dünyadan, hayattan, toplumların sosyal tarihinden söz eder. Hatta bunları zaman zaman ibadet ve cihattan önce hatırlatır.

Kur’an birçok yerde de, çoğunluk üzerine sulta kuran azınlıklardan söz eder. Halkı bir yandan Allah’a tam teslimiyet ve kulluğa davet ederken, öte yandan zulüm, zorbalık, cehalet ve eşitsizliğe karşı çıkmaya; zorun, zülmün, tekelciliğin, anamalcılığın, zorbalık ve ruhbanlığın temsilcileriyle mücadeleye çağırır. Buna teşvik eder. Bir din ki, tarihi; halka zulme, hakkı gasp ve gerçekleri bozma eylemlerine karşı çıkma ve mücadelerle yazılmıştır. Müslüman olmak ise; toplumsal sorumluluğun taştan yükünün taşıyıcısı ve dünya insanlığına karşı görevli olmak duygusuyla, kötülüğe karşı mücadele, insanlığın zaferi için savaşın eri olmadır...

Böyle bir din, dünya sömürgeciliğine karşı hiç direnmeden, olup bitenler karşısında insanların ayağını yerden kesip, toplumun kulağına, "her şeyde bir hayır vardır, alnımıza ne yazılmışsa onu görürüz" diye fısıldar mı?! Halkın gözünü, bu ve benzeri şarlatanlıklarla bağlayıp emperyalizmin, çaresizliğin kucağına atar mı? Zulmün, sömürünün ve haksızlığın her türlüsüne karşı çok hassas olan böyle bir din, nasıl olur da kapitalizmin zulüm ve haksızlıklarına sessiz kalır?

Günümüzde, bütün insanlığın tanrılığına soyunanların emriyle başlayan tiyatroda sahne almakla görevlendirilmiş bu oyuncular, verilen görevi başarmış; toplumumuzu dindar ve dinsiz diye iki parçaya bölmüşlerdir. Toplumun yarısı bilmediği cehalet, tefrika, zayıflık, yoksulluk, kölelik, teslimiyetçilik, düşkünlüğü ve açlığı kabul edicilik, dine benzetilmek istenen ve din diye yutturulan hurafelere taparken, diğer yarısı da, halkın inaçlarını yok sayarak çeşitli ideolojilere iman etmektedir.

Böylece din, şu üç grubun faydalandığı bir meta haline getirildi; Firavun (siyaset), Karun (servet) ve Bel’am (din adamı)!.. Ve her zaman böyle bir dinin tek bir kurbanı olmuştur: Halk!..

İnsanlık, din’in afyon halinden çektiği kadar hiçbir şeyden çekmemiştir. Çünkü tarih boyunca dinin iki yönü olmuştur; İnsanları ya köleleştirmiş ya da özgürlüğe kavuşturmuştur. Çünkü din hem öldürür hem diriltir, hem uyandırır hem uyutur, hem kölelik bağlarını kuvvetlendirip kölece görüşlere meyyal kılar, hem de özgürlük ateşini yakar, tam bağımsızlığı öğretir.

İnsanlık tarihinde dinin dinsizlikle değil; bizzat din ile savaştığını gördük. Ve tarih bu mücadelenin hikayeleriyle doludur.

İslam’ın tarihi geçmişi de sürekli bu iki din’in tarihteki mücadelesinin sahnelenişidir. Yani gerçek İslam ile yalancı “İslam”ın çatışması... Kur’an’a karşı “Kur’an” ve İslam’a karşı “İslam”ın bitmeyen mücadelesi. Mesele tamamen siyasidir. Dindarlıkla dinciliğin mücadelesi, mü’minle münafıkın mücadelesi, halkçılıkla halk düşmanlığının mücadelesi. Emanete sahip çıkmakla emanete hiyanetin mücadelesi. Hz. Ammar’ın açık beyanıyla; "Dün Kur’an’ın nuzülü için savaşıyorduk, bugün ise te’vili (yorumu, anlaşılması, pratiği, yani tatbiki, yani gerçeği) için..." Söylendiğinin ve bilinenin aksine “İki Kardeşin” veya “Sahabenin Savaşı” değil; dostla, “dost” gibi görünen düşmanın, gerçek sahabe ile “sahabe” gibi görünenin savaşıydı. Bugün ise, İslam’la, “Kapitalist” İslam mücadele içerisindedir. Ve dostlar biliniz ki bu kez mücadele, adalete inananların zaferiyle sonuçlanacak, ne kadar karalarlarsa karalasınlar, ne kadar ihanet ederlerse etsinler sonucu değiştiremeyeceklerdir: "... Dikkat edin! Zafer Allah’tan yana olanlarındır"(Mücadele, 22)

Ben inanıyorum; ezilenler, "adalet isteyenler" olarak bu defa kazanacağız. Siz de inanın, "inanalım" ve bu hayali gerçekleştirelim dostlar.

Vesselam.......

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder