6 Şubat 2011 Pazar

İslam’da toplumsal yapı

Dünya, uzun yıllar egemen sınıfların, mazlum ve ezilen halk kitlelerine uyguladıkları baskı ve zulümlerine sahne olmuş, olmaktadır. Adaletsizliklerin temel dayanağını ise egemen sınıfların ortaya koyduğu din (toplumsal yaşam modeli) algısı oluşturmuştur. Tarihin seyri içerisinde egemenler, ilahi dini defalarca tahrif ederek tağuti sistemlerine “baskı ve otoriteye kaynaklık eden devlet-güç odaklarına” dayanak kılmışlardır. Sınıfsız, eşit, özgür toplum olan ilk insanlık toplumunun sınıflara bölünüşüyle başlayan bu çatışma halen sonuçlanmamıştır. İnsanlığın ilk toplumsal yaşam modeli (dini) sınıfsız, eşit, özgür -Habil’i- iken, sonradan oluşturulan bu “sınıflı toplum” (din/toplumsal yaşam modeli), batılın ve yeryüzünde şirkin (adaletsizliğin ve hiyerarşinin) temeli olmuştur -Kabil’i-.



Sonrasında amansız bir mücadele başlamış; otorite, hiyerarşi “tağut-devlet” düzeni insanlık ailesini defalarca ateşlere atmıştır. Aslına bakılırsa ilahi (tanrısal) din “insanlığın müdahalesi olmadan tertemiz, saf menbağından sadır olan, insanlığın vicdanı, merhameti, özgürlüğünün temsili olan sınıfsız yaşam modelidir. Ancak ne yazık ki aralıklarla peygamberlerinde yeniden dillendirip mücadelesini verdiği mazlumların kurtuluş reçetesi olan bu din, artık bu misyonunu yitirmiş mazlumların sindirilmelerinde etken olur hale getirilmiştir. Yani tüm peygamberler ilahi dini yeniden anlatmış, açıklamış, ancak sonrasında müşrikler (toplumları sınıflara bölenler) yeniden tahrif etmişler ve şirklerini hayata geçirmişlerdir. Peygamberlerin açıkladıkları dini (toplumsal yaşam modelini) bir diğerinden ayrıştırarak toplumları farklı dinlere bu da yetmediğinde farklı mezheplere hatta cemaatlere bölmüşler şirkin her yönünü acımasızca kullanarak halkı paramparça etmişler, “sınıflara, dinlere, mezheplere, devletlere vb.” bölmüşlerdir. Sonuç olarak geldiğimiz noktada İlahi din (sınıfsız toplum) mahkûm kılınarak, egemenlerin şirk dini (sınıflı toplum) hâkim kılınmıştır. Tarih bu tekerrürlere defalarca şahitlik etmiş, insanlık bu kısır döngü içerisinde yaşamak zorunda bırakılmış, bu durum yalnız insanlığın değil tüm canlıların tekâmülünü “olumlu gelişimini” engellemiştir.



“İnsanlık bir zamanlar tek bir sınıfsız topluluktu. Sonra Allah, doğru yolda olanları müjdelemek, yoldan çıkanları da uyarmak üzere peygamberler gönderdi. Anlaşmazlığa düştükleri konularda, insanlar arasında hüküm versin diye o peygamberlerle beraber adaletin yolunu gösteren kitaplar gönderdi. Ancak kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah anlaşmazlığa düştükleri şeylerde adaletin yolunu gösterdi…” (Bakara, 213)



İslam’ın temel çağrısı olan tevhid (la ilahe illallah) mesajı, egemen sınıflar tarafından ortaya çıkarılan, tahrif edilen her türlü şirk (sınıflı toplum modeli) dinini, ideolojiyi, mezhebi, cemaati, devleti, tarikatı, partiyi vb. terk etmeyi ve ezilenlerin ezilmişliğini, mazlumların mazlumiyetini ortadan kaldıracak olan sınıfsız ve sınırsız toplumsal yaşam modeline tabi olmayı emretmektedir. Bu emir, boyun eğmenin, sessiz kalmanın değil, her türlü baskı, zorlama ve hiyerarşiye başkaldırmanın, özgürleşmenin feryadıdır. Tevhid dini (sınıfsız yaşam modeli), her tür sömürüyü reddetme, egemen sınıfların çıkarına hizmet etmekten başka hiçbir fonksiyonu olmayan tağuta (devlet-din- mezhep-ideoloji vb.) isyan çağrısıdır. Tevhid dini yeryüzünde insanları sınıflara bölen, parçalayan her türlü otoriteyi ortadan kaldırmanın daha da önemlisi adı ne olursa olsun yenisini oluşturmamanın öğretisidir.



“Ey insanoğlu! Sakın Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma ki, kendini azab edilenler arasında bulmayasın.” (Şuara, 219)



Peygamber yaşadığı dönemde hiyerarşiye dayalı bir devlet sistemi oluşturmamış, hiçbir baskı ve dayatma uygulamamıştır. İslam toplumu tamamıyla karşılıklı dayanışma, yardımlaşma, paylaşma yöntemiyle tüm bireylerin özgür ve eşit olabileceği ümmetçi (komünal) bir düzende yaşamıştır. Halk üzerinde sulta oluşturan bir iktidar oluşturulmamış, halkın doğrudan rızasına ve taleplerine hizmet ederek bunları hayata geçirmekle görevli, halkın rızasıyla “talebiyle” görevlendirilecek olan ümmet “ümmi önderlik” mekanizması hayata geçirilmiştir. “önderlik, ilk dönemlerde halkı yönetme değil halkın hizmetinde olmakla açıklanan bir görevdi”



“Politique [politika] şehir anlamına gelen polis kelimesinden türemiştir. Bu, Yunan ve Batı düşünce tarzının hükümet davranışıdır. Tıpkı belediyenin şehri idare etmesi gibi bunda da hükümet, memleketi idare eder. "Siyaset" ise hükümette ayrı bir anlama sahiptir. Burada hükümetin davranışı idare etmek değildir, Halkın gözeticisi olmadığı için, rahatı, mutluluğu ve mutlak anlamda bireysel özgürlüğü sağlamaya çalışmaz.



Ayrıca siyasetin hedefi, toplumda bireysel hakları tümüyle gerçekleştirmek de değildir. Tersine onların eğitimini ve tekamülünü sağlamaktır. Bu yüzden "siyaset", bizim düşünce tarzımıza özgü bir ifadedir. Yani hükümet, toplumun ve ülkenin idaresiyle uğraşmamakta, bireyin ve toplumun tekamülüne ve eğitimine hizmet etmektedir.



Siyaset kelimesinin sözlük anlamı terbiye etmektir. Sıkıntı vermek ve sıkıntı çekmek anlamındadır, veya tasfiye ve tezkiye etmektir. Bir hedef için var edilen bir varlığı, o hedefe ram etmek ve hazırlamaktır. Binaenaleyh, bu düşünce tarzında ümmetin korunması, gözetilmesi ve idare edilmesi söz konusu değildir. İnsanın, bireyin ve toplumun ilerletilmesi ve tekamülü söz konusudur.



O halde burada insanlar üzerinde efendilik değil, önderlik ya da insanın siyaseti meselesi söz konusudur. Korumak ve gözetmek değil, tekamül... Bir cümleyle, halkın rehberliği, insanın ve toplumun yaratıldığı gayeye ve nihai maksada götürmektir.” (Ali Şeriati; Ali, Söylem Yay, s. 509)



Ümmet, ümmî kelimesi ile aynı köktendir. "Ümmet", İslâm'ı bina etmek isteyen toplumun adıdır. "Ümmî" İslâm Peygamberinin seçkin bir sıfatıdır. Peygamberin ümmi sıfatı, egemen sınıfa karşı ezilen halkın temsilcisi oluşu anlamında kullanılmaktaydı.

Bu anlamda siyasi temsiliyetin otorite kurma şeklinde değil bizzat halkın bağrından kopup gelen, halkın vicdanının sesi olması gereği açığa çıkmış ve peygamberlerin şahsında tüm zamanlara ışık tutacak eşitlikçi, özgür toplum ideali gösterilmiştir. İslam’ın toplumsal ve siyasi metodu, günümüzü de aydınlatacak, toplumsal sorunları, baskı ve hiyerarşi ilişkilerini ortadan kaldıracak ideal toplumsal modeldir. “sonraki dönemlerde de birçok topluma model olmuştur”


"Çünkü halka, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab'ı ve hikmeti ögreten, halkın bağrından çıkan bir peygamber gönderen O'dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler. Aynı şekilde o halkın bağrından kopup gelen “ümmi” peygamberi diğer insanlara da göndermiştir. O, azizdir, hakîmdir.” (Cuma, 2-3)



Öyle ki, bu dönemde devlet olmanın olmazsa olmazı olan düzenli ordu bile kurulmamıştır. İslam toplumu içeride yaşanması muhtemel problemleri tevhid ve adalet bilinciyle engellemiş, dış tehlikeleri ise omuz omuza vermiş halk kitlelerinin gönüllü birlikteliklerinin verdikleri mücadelelerle ortadan kaldırmıştır. Herkes kendi ekonomik haklarının, hukuk imkânlarının ve menfaatlerinin sahibidir, hiç bir kudret ona tecavüz edemez. Bireylerin hak ve özgürlüklerine müdahale edebilme gücünün oluşması devlet adında da olsa varlığını kabul etmek olanaksızdır.



Bu karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmaya dayalı toplum biçimine önceki dönemlerde yaşayan peygamberlerin hayatında da peygamberden sonraki dönemlerde saltanat ve devlet hiyerarşisine karşı tevhid mücadelesi gösteren önderlerin-toplumların mücadelelerinde de rastlamaktayız.



Peygamberin vefatı sonrasında, yaşamı biçimlendirme özelliği açısından bakıldığında toplumun iki kutba ayrıştığını görüyoruz. Bunlardan biri iktidar oluşturarak toplumu kontrol altına alma çabasında olanlar, diğeri iktidarı “Hiyerarşiyi” reddederek tevhid mücadelesini sürdürenler olmuştur. İslâm tarihine ve toplumuna baktığımızda, İslâm tarihindeki egemen ve sömüren sınıfın İslâm'ına karşı, mahkûm ve ezilen sınıfın İslâm'ını görürüz. İktidar ve güç odaklarının başarılı olmasının olumsuz sonuçları Osman’ın hilafeti döneminde ortaya çıkmış, devlet; iktidar karşıtı muhalif grupların sert tepkileriyle sarsılmıştır. Osman döneminde iktidar’ın kaçınılmaz sonuçlarından olan sınıf ayrışmaları bir yanda iktidar yandaşı odakları akıl almaz servetlere kavuştururken diğer yanda tevhid yanlısı olan sahabeleri (Ebu Zerleri) açlıktan öldürmüştür.



“Osman’ın döneminde Müslümanların zevkine düşkün oluşu mücahitlerden yeni bir aristokrat sınıfın teşkil edilmesi ve bu sınıfın eski aristokrat sınıfla hem cins oluşu, Ali’nin bu sınıfla mücadelesi Muhammed, dönemindeki devrimci zühde vurgu yapmak ve Allah’a ibadet eden devrimci bir toplumda mevcut yapıyı ve dünyaya tapmayı reddetme. İslami tevhid toplumunda sınıfsal şirk; tevhidi, felsefi ve kelami kalıplara sıkıştırmak; onun gerçek hayattan toplumsal sistemden ırksal, sınıfsal, ailevi ve milli ilişkilerden uzaklaştırılması, kaybolması Şam’da hilafet Roma Sezarının, Bağdat’ta İran Hüsrevinin, Küfede ise Ümmi Muhammed’in varisi.” (Ali Şeriati; İslam ve Sınıfsal Yapı, s. 124-125)



Biri ya da birilerinin topluma önderlik edebilmelerinin ideal yolu ancak kendiliğinden gelişecek süreçler sonrasında toplumların liyakat ve fedakârlıkta ortak sinerjisini barındıracak kitlesel onaylarıyla mümkün, peygamberler ya da birçok devrimci lider gibi, nitekim onlar ne seçimle ne atama ile ne saltanat ya da başka bir yolla değil bilakis halkın talebi ve zoruyla görevli, sorumlu hale gelmiştir.



Önderlik makamı tahakküm altında olan, güçten düşürülmüş, dağıtılmış mahrum sınıfların toparlanma ve isyan gücü oluşturabilmeleri durumunda ihtiyaç olabilir. Bu gibi durumlarda bir takım duyarlı ve yetkin kimseler dağılmış ve parçalanmış “esasta var olan” potansiyel halk gücünü birleştirme ve harekete geçirme kastıyla bahsedilen mekanizmayı oluşturabilirler (bu önderlik mekanizmasından kasıt alt-üst ilişkisine dayalı değil, sorumluluk alma ve ezilmiş halka adanma ilişkisidir). Bu mekanizma amaçlanan birlikteliği oluşturmakla son bularak kendini imha etmelidir. Yerini ümmetin tam anlamıyla doğrudan dayanışma ve ortaklığına dayalı toplumsal yapısına terk etmelidir (burada hedeflenen, toplumun tamamı değil, ümmet olabilmeyi başarmış birden fazla olan her birlikteliktir. Benlikten kurtularak biz olmayı başarabilenler ümmet olmuşlardır ve bir mekanizmaya ihtiyaç duymadan, bir bedenin uzuvları gibi yeteneklerini toplumsal yapının gereksinimlerince hayata geçirebilirler). Böylesi bir makam, talep etme ya da aday olma yoluyla asla elde edilemez. Nitekim bu önderlik çıkar ve menfaat sağlamadığı gibi zorluk ve musibetleri doğurur, aynı şekilde seçimle olamaz çünkü seçecek bir toplum yoktur, varsa zaten gereksizdir. Peygamberin kendinden sonrası için idari bir mekanizma önermemesi bundan olsa gerek. Üşümekte, soğuktan titremekte olan çaresiz insanları onların istemi dışı olsa dahi ısıtan ve rahata, huzura eriştiren güneş gibi sevgi ve liyakatle, sonuçta ortaya tam bir vesayet çıkmıştır. Bu tür önderler yapılanmaları içerisinde de asla otoriterlik ya da zorbalıkla atfedilmemişlerdir.


Medine’de kurulan İslam toplumunun anlaşma metninden birkaç madde:



*Benu Avf Yahudileri Mü'minlerle aynı haklara sahip olacaklardır. Mü'minlerle bir tek ümmet hükmündedirler. Yahudiler kendi dinlerini yaşarlar. Müslümanlar da kendi dinlerini yaşarlar.



*Bu topluluktaki insanlar diğer insanlara karşı kendi aralarında tek bir ümmettirler.



*Zulüm görmüş olan birisi dışında kan döken kim olursa olsun sonucuna katlanmak zorundadır. Kendisine zulmedilene yardım edilecektir.



*Herkesin komşusu kendisi gibidir. Ona karşı kötü davranmak veya kötü konuşmak uygun olmaz.



*Yahudiler ve Müslümanlar Yesrib’e (Medine) gelecek bir saldırıya karşı beraberce karşı koyacaklardır.



*Her kabile veya zümre kendi kontrolünde olan bölgelerden sorumludur.



*Allah'tan korkan takva sahibi Mü'minler kendi aralarında zulmeden, ya da haksız bir fiil işleyen, Müslümanlar arasına fitne, fesat tohumları ekmeye çalışan, bozgunculuk yapan kimselere karşı -velev ki kendilerinden birinin çocuğu bile olsa- bu tür kimselere karşı el birliği yapacaklar ve o tür kimselerin aleyhinde olacaklardır.



*Barış Mü'minler arasında bir tektir. Hiçbir Mü'min Allah yolunda cihada çıkan diğer Mü'minleri hariç tutarak onlardan habersiz eşitlik ve adaletten uzak bir anlaşma yapamaz. (Yapılacak bir anlaşma ancak adalet ve eşitlik esasına dayanmalıdır.)



(İbn-i Hişam Tarihi’nden alıntılanmıştır. Metnin tamamına oradan ulaşılabilir)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder